Politik İslam’ın Yükselişi ve Düşüşü Mansur Hikmet’le Tartışma
Porseş: İslami köktencilik ve politik İslam kavramlarını nasıl yorumluyorsunuz? İkisi arasındaki fark nedir?
Mansur Hikmet: İslami köktencilik ifadesini kullanmıyorum çünkü bunun çağdaş İslam ve İslamcı hareketlerin yanıltıcı bir tasavvurunu sunan kasıtlı bir Sağ kanat yorum olduğuna inanıyorum. Doğru olan politik İslam’ın ortaya çıkmasıdır. Benim düşünceme göre politik İslam çağdaş bir gerici harekettir. Biçimi dışında 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başı İslamcı hareketlerle ilişkisi yoktur. Sosyal içeriği, sosyo-politik ve ekonomik hedefleri açısından bu yeni hareket tamamen çağdaş toplumdan kaynaklanmaktadır. Aynı eski görüngünün yinelenmesi değildir. 60’ların sonu ve 70’lerin başında Müslümanların yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde yenilmiş daha doğrusu boşa çıkmış Batı modernleşmesinin sonucu olduğu kadar bu ekonomik, yönetsel ve kültürel modernleşmenin temel uygulayıcısı olan seküler-ulusçu hareketteki gerilemenin sonucudur. Bölgedeki ideolojik ve egemenlik krizi derinleşmişti. Bu politik-ideolojik boşlukta ve yerel burjuvazinin şaşkınlığında İslamcı hareket kapitalizmin yükselişiyle gelişen Sol ve işçi sınıfıyla mücadele etmek amacıyla burjuva iktidarın yeniden örgütlenmesinde Sağ alternatiflerden biri olarak öne çıktı. Hatta İran’daki 1978-79’lardaki gelişmeler olmadan bu hareketler bir şansa sahip olamazlardı ve marjinal kalırlardı. Bu hareket İran’da kendini hükümet olarak örgütledi ve politik İslam’ı bölgede önemli bir güce dönüştürdü.
Benim düşünceme göre politik İslam İslam’ı Solculuğa karşı devlet sistemi ve egemen sınıfın Sağ kanat yeniden yapılanmasında temel bir araç olarak gören ve böylece uluslararası sermaye gücünden pay kapmak için diğer kesimleriyle ve özellikle uluslararası kapitalizmin hegemonik kutuplarıyla rekabet eden hareketi ifade eden genel bir terimdir. Politik İslam zorunlu olarak herhangi bir verili veya tanımlanmış İslam hukukuna ve skolastik içeriğe sahip olmak zorunda değildir. Zorunlu olarak köktenci ve doktriner değildir. Bu politik İslam’ın çeşitli kesimleri Humeyni’nin politik esnekliğini ve ideolojik pragmatizmini İran hükümetinin Sağ kanat kesiminin katı çevrelerini, Özgürlük Hareketi’ni, Mehdi Bazargan’ı ve Amal’ı içerdiği kadar Taliban, Hamas, İslami Cihad ve İran’daki Suroş ve Eşkevari gibilerin “İslam Protestanlığı”ını içerir.
Batı güçleri, medya ve onların akademik dünyası köktencilik kavramını bu İslamcı hareketin terörist ve Batı karşıtı damarlarını Batı yanlısı ve ara bulucu dallarından ayırmak için öne çıkarttı. Batı karşıtı kesimleri köktenci olarak adlandırıyorlar ve köktenciliğe saldırıyorlar. Böylece bölgede şu an için anti-Sosyalist ve Sağ kanat iktidarın yeri doldurulamaz temeli olan politik İslam’ın bütün olarak varlığını koruyabiliyorlar. Bununla birlikte Batı karşıtı akımlar zorunlu olarak bu hareketin fanatik ve katı kanatları değildir. Taliban ve Suudi Arabistan gibi İslamcı kampın en köktenci kesimleri Batı’nın en yakın dostlarıdır.
Porseş: Ne dereceye kadar İslamcıların güç kazanması dine dönüşün göstergesidir? Bu toplumlardaki dine dönüş bireysel ve toplumsal yaşamda dinsel değerlere dönüş müdür?
Mansur Hikmet: Bence bu İslam’ın ideolojik bir sistem olarak canlanışından kaynaklanmamaktadır. Bu ideolojik İslam değildir. Özgül politik denklemlere dayanan politik İslamdır. Açıktır ki politik İslam’ın gücünün artışıyla toplumdaki dinsel görünümleri diriltme baskısı yoğunlaşıyor. Bununla birlikte bu politik bir baskıdır. İnsanlar bazen bu baskılara teslim oluyor. İslam“rönesans”ı bir biçimini Cezayir’de diğer şeklini İran’da alan şiddet ve terörle destekleniyor. Gerçeklik İran’da büyük ölçüde tam tersidir. Politik İslam’ın ve dinci iktidarın ortaya çıkışı inanılmaz bir geri tepkiyi yoğunlaştırmıştır. İran’da politik İslam’ın ortaya çıkışı Ortadoğu’da politik İslam’ın pratik olarak sonunu ilan edecek ve muazzam bir patlama ile dikkatleri kendine çekecek olan, insanların özellikle genç nesillerin zihinlerinde İslam karşıtı ve din karşıtı kültürel devrimin başlangıcı olmuştur.
Porseş: Yuvarlak masa tartışmasında Arvand Abrahimiyan İslam Cumhuriyeti’nin yıkılışının İslamcı hareketin tabutundaki son çivi olmayacağını çünkü diğer eğilimlerin özellikle Şii olmayanların kendilerini bu yenilgiden ayrı tutacaklarını söyledi. Bu çözümlemeye katılıyor musunuz?
Mansur Hikmet: Benim düşünceme göre İran’da İslam Cumhuriyeti’nin yıkılışıyla birlikte İslamcı hareketin Ortadoğu’da ve uluslararası alanda soluğu kesilecek. Sorun İslamcı İran’ın diğerlerinin kendilerini ayırabileceği yenilmiş bir model olması değildir. İslam Cumhuriyeti’nin yenilgisi İran’da gerici İslamcı düşüncenin temellerine dokunacak ve onu sadece itibardan düşürmekle kalmayacak aynı zamanda dünya kamuoyunda kınayacak olan muazzam bir kitlesel seküler yükseliş çerçevesinde gerçekleşecektir. İslam Cumhuriyeti’nin yıkılışı Nazi Almanyası’nın yıkılışıyla karşılaştırılabilecek. Hiçbir faşist kolayca statüsünü ve konumunu sadece bu yıkılan kutuptan kendisini örgütsel ve ideolojik olarak ayrı tutarak koruyamaz. Hareketin bütünü on yıllarca sürecek durgunlukla karşılaşacaktır. İran’da politik İslam’ın yenilgisi İran sınırlarında sona ermeyecektir. İslam karşıtı bir zafer olacaktır.
Porseş: İran gibi ülkelerin “İslam” ülkesi olarak tanımlanmasını kabul etmiyorsunuz. Niçin?
Mansur Hikmet: Her sınıflandırmanın arkasında bir amaç vardır. İslam İran’da yaklaşık bin dört yüz yıldır vardır ve açıktır ki belli şeyler üzerinde iz bırakmıştır. Ancak bu toplumun tasvirinde bu öğelerden sadece birisidir. Aynı şekilde baskı, monarşi, baskı devleti, endüstriyel gerilik, etnisite, dil, yazınsal metinler, tarihsel arka plan, politik tarih, İslam öncesi ritüeller, insanların fiziksel karakteristikleri, boy, görünüş ve renk, uluslararası oluşumlar ve ilişkiler, coğrafya ve hava durumu, beslenme şekli, ülkenin büyüklüğü, nüfus yoğunluğu, ekonomik ilişkiler, politik sistem, şehirleşme düzeyi, mimarlık vb. de toplumun gerçek karakteristiklerini tanımlar. Şimdi eğer birisi İran ve Pakistan, Fransa ve Japonya arasında farklılıklar yaratan yüzlerce faktör arasından bu toplumda yaşamın bazı yönlerinde İslam’ın varlığına işaret ediyorsa ve hepimizi, Daşti, Hidayet ve sizin ve benim gibi din karşıtı bireylerden kendilerini dindar olarak görmeyen ve İslam ve din adamlarıyla ilgilenmeyen büyük çoğunluğu bu markayla etiketliyorsa o halde özel bir amaçı olmalı. İran İslamcı bir toplum değildir; hükümet İslamcıdır. İran’da İslam sadece bugün değil monarşi süresince de dayatılmış bir görüngüdür ve saldırma ve öldürmelerle iktidarda kalmıştır. İran İslamcı bir toplum değildir. Yirmi yıldır İran’ı zorla İslamlaştırmaya çabaladılar ama yapamadılar. Toplumu İslamcı olarak adlandırmak onu İslamcı yapmak için gerici haçlı seferinin bir parçasıdır.
Porseş: Politik İslam’ı Ortadoğu’nun ve Müslümanların yaşadığı Kuzey Afrika ülkelerinin politik yapısında dayanıklı bir güç olarak görüyor musunuz?
Mansur Hikmet: Dayanıklılık göreli bir kavramdır. Sonunda bölgenin İslam’ı geriye iteceği ve modası geçmiş bir görüngüye dönüştüreceği bir zaman gelecektir. İnsanların seyretmesi, araştırma yapması ve hatta izlemesi için hala var olacaksa da, pratikte insanların yaşamının herhangi bir kesiminde yer almayacaktır. Bununla birlikte bu zamanın ne zaman geleceği bütünüyle bu ülkelerdeki politik eğilimlere ve özellikle sosyalizm ve özgürlük için mücadeleye bağlıdır. Yine de birçok neslin bu İslam’a tahammül etmeye zorlanması mümkündür ve kesinlikle bazı akademisyenler ve araştırmacılar İslam’ı ölümsüz göreceklerdir. Ancak Ortadoğu’nun İslamcılığı’nda ölümsüz hiçbir şey yoktur. İlerici hareketler İslamcılık sayfasını kapatabilirler. İslam’ın İran’ını ortadan kaldırma zamanı çok yakında gelebilir. Benim düşünceme göre İran’da İslam Cumhuriyeti ve onunla birlikte politik İslam yok edilme sürecindedir. Eğer İslam ve İslamcılığın politik baskısı yok edilirse o zaman İran gibi bir toplumda İslam’ın kültürel hakimiyeti olarak adlandırılan şeyin sığlığı ve boşluğu çabucak aşikar olacaktır. Birkaç yıl içinde İran politik İslam’ın kalesi olmaktan ona karşı savaşın merkezi ve önderi olacaktır.
Bana göre terörizm bölgede politik İslam’ın varlığını korumak için kullanılan araçlardan biridir. İnsanlığın İslam üzerindeki zaferinden sonra bölgede İslamcı terörizme karşı savaş birkaç yıl daha sürecektir. İslamcı terör gruplarını temizlemek ise daha fazla zaman gerektirecektir.
Porseş: Önceki bazı yazılarınızda İslamcı hareketlerin tekrar ortaya çıkmalarını büyük ölçüde Filistin Sorunu ve Arap-İsrail çatışmasına bağlıyordunuz.Yuvarlak masa tartışmasının diğer katılımcıları sizin bu ilişkiye özel vurgunuzu paylaşmıyorlar.
Mansur Hikmet: Bence konuyla ilgili durağan bakış açılarına sahipler. Sorun sadece hangi sorunların ve gerilimlerin İslamcı harekete yol açtığı değildir. Buna rağmen, bu sınırlı çerçeve içinde dahi Arap ulusçuluğu ve sekülerizminin yenik düştüğü Arap-İsrail çatışması, Filistin Sorunu ve etnik-dinsel-emperyalist “düşman”ın varlığı alternatif iktidar olma iddiasında bulunan İslamcı hareketin ortaya çıkmasının ana kaynağıdır. Daha önemli olan soru şudur: Eğer Filistin Sorunu olmasaydı ve İsrail bu özgül coğrafyada yaratılmasaydı 20.yüzyıldaki hakim ideolojik, politik ve kültürel eğilimler Arap ve Müslüman nüfusun bulunduğu Ortadoğu’yu hangi yöne iterdi? Bu bölge ne ölçüde, örneğin Latin Amerika ve Güneydoğu Asya gibi, “Batı” dünya düzenine entegre olma fırsatına sahip olacaktı? Ne ölçüde kapitalizm, teknoloji, sanayi ve Batı sermayesi Ortadoğu’da bütün yönetsel ve kültürel dengeleyici ve asimile edici gücüyle gelişecekti? Hangi düzeyde İslam diğer 20. yüzyıl dinleri gibi dünya kapitalizminin politik üstyapısında resmi düzeyde tanınmış, modernleşmiş, ılımlılaşmış ve kontrol altına alınmış bir akım olabilirdi? Sorun Filistin Sorunu ve süren çatışmanın yeni politik İslam’ı doğurup doğurmadığı (bunda önemli payı olduğunu düşünmeme rağmen) değil fakat daha çok bu çatışmanın ne boyutta Müslümanları ve Müslüman nüfusun bulunduğu ülkelerin 20.yüzyılın ana akımına ve dünya kapitalist sistemine entegre olmasını engellediğidir. Hangi boyutta bu ülkelerde ekonomik gelişme, teknoloji transferi, hakim Batı kültürüne entegrasyon, kapitalist sivil toplumun temellerinin gelişimi, Batı tipi politik ve yönetsel kurumların ve Batı entelektüel ve kültürel düşünce eğilimlerinin (sekülerizm, modernizm, liberalizm dahil) gelişmesi Filistin Sorunu tarafından engellendi?
İslam’la yönetilen ülkelerde modernleşme, sekülerleşme ve Batılılaşma süreci 20. yüzyılın başında başlamış ve 1960’lara kadar çok sayıda sonuç da elde etmişti. Buna rağmen Batı Soğuk Savaş süresince temel global kutuplaşmayı yansıtan bölgesel bir çatışma olan Filistin Sorunu ve İsrail’le stratejik ittifakı nedeniyle Ortadoğu toplumunun Batı kapitalist kampına entegrasyonunu olanaksız ve başarılamaz gördü. Şimdi dinci gericiliğe karşı gerçek meydan okuma sadece Sosyalizm’den gelebilir. Ancak tarihsel olarak militan politik İslam’ın ortaya çıkışı bu ülkelerde İslamcılığı teorik olarak sindirebilecek ve hatta sindirmek üzere olan burjuva ulusçuluğunun, sekülerizminin ve modernizminin yenilgisinin sonucudur. “İslam Protestanlığı”ndan söz edilmemesine rağmen, bu süreç en azından İslam’ı bu ülkelerde İrlanda’daki Katoliklik ile aynı konuma yerleştirmişti. Bununla birlikte bu burjuva zaferin koşulu kapitalist ve endüstriyel gelişme ve Soğuk Savaş koşullarında Arap-İsrail çatışmasından dolayı Batı’nın gerçekleştirmekte isteksiz olduğu teknoloji ve sermaye transferiydi. İsrail’in yaratılmasından beri Ortadoğu ve halkları Batı’nın politik kültüründe şeytan olarak algılandı. Batı’nın politik kültüründe ana olumsuz kişiliklerdendiler. Batı için Ortadoğu Latin Amerika ve Güneydoğu Asya gibi değildir. Girilmesi yasak bölgedir. Kararsız, riskli, güvenilmez ve düşmancadır. Politik İslam bu kara delikte ortaya çıktı. İsrail sorunu olmasaydı, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Irak’ın sorunları Brezilya, Meksika ve Peru’nunkiler gibi olacaktı. Politik İslam elbette bu ülkelerde hala var olacaktı ancak önemi azalmış ve sekter bir hareket olarak kalacaktı ve politikanın merkez sahnesine giremeyecekti.
Porseş: Sekülerizmi nasıl tanımlıyorsunuz? Seküler bir sistemde dinin ve dinsel hareketlerin politik ve kültürel arenada ifade sınırları nedir?
Mansur Hikmet: Sekülerizm günlük kullanımda alışılageldiği gibi tanımlanmalıdır. Çok fazla radikalizm atfetmeden. Sekülerizm dinin devlet ve eğitimden ayrılması, vatandaşın kimliğinden ve hakları ve sorumluluklarının tanımından ayrılmasıdır. Dini özel bir mesele haline getirmektir. Kişinin dininin sosyal ve politik kimliğini tanımlamada ve devlet ve bürokrasiyle ilişkisinde resme girmemesidir. Bu bakışa göre sekülerizm minimum zorunlulukların toplamıdır. Örneğin ben din ve toplumdaki yeriyle ilgili bütün bakışımı bu kavram içine yerleştiremem. Ben sadece sekülerizm istemiyorum, ayrıca toplumun dine karşı bilinçli mücadelesini de istiyorum. Aynı şekilde toplumun kaynaklarının bir kısmının malarya ve kolerayla mücadelede kullanılması ve kadın düşmanlığına, ırkçılığa ve çocukların kötüye kullanılmasına karşı bilinçli politikaların uygulanmasında olduğu gibi bir kısım kaynaklar ve enerji dinsizleştirmeye ayrılmalıdır. Din derken elbette din makinesini ve tanımlanmış dinleri kastediyorum yoksa dinsel düşünce ve hatta eski veya varolan dinlere inanmayı değil. Din karşıtı birisiyim ve toplumun örgütlü din ve “din endüstrisi”ne sekülerizmin ötesinde daha fazla sınırlamalar getirmesini istiyorum. Eğer yasalar dinleri özel kuruluşlar veya kar eden şirketler olarak kayıt altına alırsa ve bunlar vergi öderlerse, teftiş edilirlerse, çalışma yasaları, çocuk hakları, cinsel ayrımcılığın, iftira ve küçük düşürme ve suça teşviğin yasaklanmasıyla ilgili olduğu kadar hayvanları koruyucu vb. yasalar dahil çeşitli yasalara uyarlarsa ve “din endüstrisi”ne “tütün endüstrisi” gibi davranılırsa ancak o zaman din ve onun toplumda ifade edilmesinin yasal boyutu hakkında ilkeli bir konuma yaklaşmış oluruz.
Porseş: Belki fark dinsizleştirmenin bir dinin izleyicilerinin baskı altına alınması olarak kabul edilebileceği veya yorumlanabileceğidir. Bu aktif din karşıtı konum ile düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlal edilmesi arasındaki sınır nasıl çizilebilir?
Mansur Hikmet: Daha önce ifade ettiğim gibi, örgütlü din ve “din endüstrisi”nden bahsediyorum. Dini inançlardan değil.Herkes bir inanca sahip olabilir, bunları yayabilir ve bunun etrafında örgütlenebilir. Sorun toplumun kendisini korumak için hangi düzenlemeleri koyacağıdır. Bugün toplum çocukları tütün endüstrisinin reklamlarından korumaya çalışıyor. Din endüstrisinin reklamlarına da aynı şekilde muamele edilmeli. Sigara içenler bütün haklara sahipler ve tütünün yararlarını reklam etmek için herhangi bir birlik ve kurum oluşturabilir ve bütün içicileri birleştirebilirler. Ancak bu tütün endüstrisine yeşil ışık yakmak anlamına gelmez. İslam makinesi ve diğer ana dinler (Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, vb.) belli fikirlere inananların gönüllü toplulukları değildir. Bunlar hiçbir zaman düzenli olarak incelenmemiş, toplumdaki seküler yasalara bağımlı kılınmamış ve davranışları için sorumluluk kabul etmeyen dev politik ve finansal kurumlardır. Hiç kimse dünyanın bütün ülkelerinde cinayete teşvik suç olmasına rağmen Bay Humeyni’yi Salman Rüşdi için çıkardığı ölüm fetvasından dolayı mahkemeye çıkarmadı ve bu, cinayet, sakat bırakma, gözdağı verme, kaçırma, işkence, ve çocukları kötüye kullanma ağının küçük bir köşesidir. Bence Medelin uyuşturucu kartelleri (Eskobar), Çin gizli suç şebekesi ve İtalyan (ve Amerikan) mafyası örgütlü dinle karşılaştırıldığında hiçbir şeydir. Bu girişimlere ve kurumlara karşı açık ve özgür bir toplum tarafından yasal ve örgütlü bir mücadeleden bahsediyorum. Aynı zamanda herhangi bir şeye inanmaya hatta en gerici ve insanlık dışı doktrinlere inanmaya bireyin inkar edilemez hakkı olarak saygı duyarım.
Porseş: Ortadoğu’da İslam’dan etkilenmiş ülkelerde sekülerizm ve dinsizleştirme için ne kadar temel vardır? Ne dereceye kadar sekülerizm bu toplumlarda geliştirilebilir? Ervand Abrahamiyan seküler olurken aynı zamanda İslamcı kalınabileceği olasılığından bahsediyor. Bu toplumlardaki sekülerizmin kaynağı hangi hareketlerdir ve başarı şansları nedir?
Mansur Hikmet: Bence Sol’un entelektüel tükenmişliği ve 70’lerin ortasından itibaren radikal ve eleştirel düşünce ve sosyal idealizmin aldığı darbeler birçok Sol ve iyi niyetli entelektüellerin de temel insan idealleri için düş kırıklığı yaratıcı taktik, aşamacı ve evrimci mücadele hastalığına yakalanmasına yol açtı. 100 yıl önce avant-garde insanlık insan özgürlüğünün papazlar, dinin ılımlılaşması ve kilise içinde yeni yorumların ortaya çıkmasıyla gerçekleşeceği önermesine gülerdi. Bugün, ne yazık ki, “profesyonel aydınlar” ve akademisyenler İranlı kadınının sekülerizmi resmi olarak onaylanmış örtü renklerine siyahın daha açık tonlarının eklenmesi olarak anlamasını tavsiye etmekte. Benim fikrime göre bu, toplumdaki devrim ve değişim dinamiklerini dikkate almamakta. Şimdiye kadar dünya devrimlerle- düşünce, teknik ve sosyal ilişkilerde geniş çaplı ve hızlı dönüşümlerle ilerlemiştir.
Benim düşünceme göre ütopik ve mümkün olmayan İslam’ın ılımlılaşması ve İslamcı rejimlerin aşamalı olarak seküler hükümetlere dönüşümüdür ve gerçek ve mümkün olan ve İran durumunda şimdi kaçınılmaz olan var olan hükümetlere ve İslam’ın bütün farklı okuma ve yorumlarına karşı kitlesel din karşıtı kalkışmayla sekülerizmin gerçekleştirilmesidir.
Porseş: Hangi toplumsal güç veya hareketler Ortadoğu’da sekülerizmin habercileridir?
Mansur Hikmet: Bu normal olarak 20. yüzyılda yeni ortaya çıkmış olan kapitalizmin ve burjuva hareketlerin, liberalizmin, ulusçuluğun, modernizmin ve Batılılaşmanın, tarihsel görevi olmalıydı. Bir dönem için her ne kadar yavaş, yeteri kadar çaba harcanmadan ve kısmi olsa da bu sürecin ilerlediği düşünüldü. Bununla birlikte 70’lerin ortalarında bu hareketlerin nefesi kesildi. Batılılaşma projesi başarısızlığa uğradı ve politik kriz derinleşti. Ortadoğu’daki bağımsızlık hareketleri çoğu durumda Batı yanlısı hükümetler kuramadılar. Kraliyet hanedanlarının yıkılışı temel olarak Doğu-Batı mücadelesi çerçevesinde Sovyet etkisi altına giren askeri hükümetlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Ortadoğu’da kapitalizm ve sanayi genel olarak baskıcı ulusçu hükümetler yoluyla yayıldı. Hiçbir zaman burjuva sivil toplum oluşmadı. Ortadoğu’da burjuva liberalizmi ve modernizmi hiçbir zaman önemli hareketler olamadılar. Batı yanlısı veya Sovyet yanlısı hakim ulusçuluk genellikle İslam’la politik koalisyon içinde kaldı.
Kapitalist gelişmenin entelektüel, politik ve yönetsel ürünü olarak sekülerizm Ortadoğu’da ortaya çıkmadı. Benim fikrime göre bölge burjuvazisi herhangi bir sekülerist gündeme sahip değil ve bu düşünce yönünde harekete geçme yeteneğinden de yoksundur. Bundan dolayı seküler bir sistemin kurulması Sosyalist ve işçilerin hareketlerinin görevidir ve benim düşünceme göre bölgede Sol’un zaferi, en azından İran’da hemen gerçekleşecek bir zafer bunu fiili ve gerçekçi bir olasılık haline getirecektir. İnsanlar seküler bir sistem istiyor ve Sağ’da sekülerist bir kampın yokluğunda dinci iktidara karşı kökten bir mücadele için hazır olan Komünist Sol’un bayrağının etrafında toplanacaklardır.
Porseş: Ne dereceye kadar bu ülkelerde sekülerizmi uygulamak mümkündür?
Mansur Hikmet: Çeşitli kesimleri arasında yüksek derecede iletişimin olduğu bugünün dünyasında böyle geniş bir bölgede İslami üstyapıyı korumak mümkün değildir. Ortadoğu’da sekülarizmin ortaya çıkışını durdurmak mümkün değildir. Benim düşünceme göre sekülerizm sadece gerçekleştirilebilir değil ayrıca İran, Afganistan ve Cezayir deneyimlerinden sonra bölge halkının da bir ihtiyacı ve talebidir. Sorun hala temel olarak Filistin sorunudur. Bu mücadele İsrail’in kendisinde gerici dinci kesimleri güçlendiriyor ve onlara halkın kültür ve inançlarındaki önemsiz fiili ağırlıklarıyla orantısız biçimde güç veriyor. Ayrıca karşıt kampta politik İslam’ın ve İslami kimliğin ömrünün uzamasına katkıda bulunuyor. Ne kadar kısa zamanda bağımsız Filistin devleti kurulur o kadar çabuk İslam ve İslamcılık bölgeden temizlenir.
İlk defa Üç Aylık Politika, Toplum, Kültür Dergisi Porseş’in Kış 2001, 3.sayısında yayınlanmıştır.Yuvarlak masa tartışmasının diğer katılımcıları Olivier Roy, Graham Fuller, Ervand Abrahaminyan ve Ian Lesser’dir.
Turkish translation: Özgür Yalçýn
Leave a reply