ULUS, MİLLİYETÇİLİK VE İŞÇİ KOMÜNİZMİ PROGRAMI

25

BİRİNCİ BÖLÜM

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ

TAYİN HAKKININ GÖZDEN GEÇİRİLMESİ

Ondört yıl önce Komünist Militanlar Birliği ve daha sonra İran Komünist Partisi Programı taslağı üzerinde çalışırken ulusların kendi kaderini tayin hakkına ilişkin madde programın en açık ve belirgin kısımlarından biri sayılırdı. Yanlış anımsamıyorsam bu belirli madde konusunda basit sözlü bir alışveriş bile yapılmadı. KMB ve daha sonra İKP ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkını’ açık, kayıtsız koşulsuz ve yoruma açık olmayan bir formül olarak programlarına aldılar. Yıllar sonra bugün bir parti programı oluşturma sürecinde bu formül ile karşı karşıyayız. Ancak bu kez bu formülün hiç birşeyi açık ve seçik olarak görünmüyor. Gerçekte bu formülün tek tek sözcükleri sorunludur, belirsiz ve kuruntuludur. Bu formül bu biçimiyle, kanımca, komünist İşçi Partisi programında yeralamaz. Enternasyonal’in bir iki sayısında sürecek olan bu yazının amacı ulus, milliyetçilik ve formülasyonun temelini oluşturan daha genel kavramlar ve siyasal gerçeklerin eleştirel bir gözden geçirilmesidir. Bu daha genel tartışmalar temelinde daha sonra parti programı için uygun gördüğüm formülü ortaya koyacağım.

Değişen Nedir?

Gerek biz gerek dış gerçekler değişmiştir. Kuşkusuz ondört yıl önce ulusların kendi kaderini tayin hakkını apaçık bir ilke olarak programımıza yerleştiren sosyalist gerçek bugün de açıkça kavranabilir. O kesitte kendi kaderini tayin hakkının pratik nedeni bizim için Kürt ve Kürdistan sorunuydu. Kendi kaderini tayin hakkı genel bir formül olarak Kürdistan halkının, komünistler açısından, ulusal baskının ortadan kaldırılması için gerekirse ayrılabilecekleri ve kendi devletlerini kurabilecekleri, bu konudaki karar yetkisinin tüm İran halkında veya merkezi hükümetinde ve onun yürütme kurullarında değil Kürdistan’ın kendi halkında olduğu ve son olarak da komünistlerin Kürdistan halkının bu hakkını kullanmasına karşı her türlü zor kullanımını kınadığı ve karşısında durduğu, ayakları yere basan doğru ve komünistçe yargısının ilkesel öncüllerinin yerine getirilmesiydi. 79 Devrimi sürecinde kendi kaderini tayin hakkının gerçek ve pratik anlamı bizim siyasetimiz için buydu. Belirli biçimde ereği İran milliyetçiliğini vurmak ve ‘ülkenin toprak bütünlüğünü korumak’ için İran burjuvazisini sağ ve sol kanatlarındaki askeri harekatın rengarenk propagandacılarını deşifre etmekti.

Kürdistan’ı ilgilendirdiği kadarıyla bizim konumuzun özünde hiçbirşey değişmiş değildir. (Bu yazının son bölümünde özerklik kategorisinin eleştirisi ve Kürt sorunu çözümüyle ilgili partinin belirli platformu konusunda bazı noktalara değneceğim.) Ancak genel formüllerin sorunu, gerçekte iyi yönleri, kapsayıcı oluşları, değişik pratik kapsamlar ve uygulamalar bulmalarıdır. Kesin olarak, ondört yıl önce bile bizim genel formülümüz fedaralizmi savunmak veya büyük ülkeleri sözümona ulusal veya kavimsel parçalara ayırmak değildi. O zaman bile birileri bu genel formülün Kürt ve Filistin sorununa ilişkin kalmayacağı ve ister istemez devlet kurma hakkını Quebec’teki Fransızca konuşan Kanadalıları, Baskları, Katalonları, Sırpları, Hırvatları, Çekleri, Slovakları, Makedonları, Gürcüleri, Abhazları, Afrikanları, Zuluları, ve birazcık değişiklikle Sihleri, Şiileri, Hıristiyanları, Washington’taki ‘siyah ulusu’ bile, kısacası birilerinin tutanakları ve kafalarında bir ulus sayılan herkesi kapsayacak biçimde genişletilebileceği uyarısında bulunsaydı kesinlikle bu maddeye ilişkin yapılmayan tartışmalarımız başlardı. Fakat o gün bu uyarı yapılmadı ve tartışma gerçekleşmedi. Bu bizim açtığımız yol ve uğradığımız değişimdir. İşçi komünizmi tartışmalarımızın tasarımında bizim hareketimiz değişik siyasal hareket ve eğilimlerin toplumsal ve tarihsel nitelikleri konusunda, özellikle de milliyetçilik konusunda, ve bunların işçi sosyalizmi ile tarihsel global karşı karşıya gelişleri konusunda daha bir uyanıklık kazandı. Ulus ve milliyetçilik, ‘azınlık uluslar’ ve baskı altındaki uluslar konusu bile şimdi daha geniş bir tarihsel ve çözümsel çerçeve içinde değerlendirilip yargılanıyor. Bundan dolayı kaderini tayin hakkı genel formülünün daha geniş anlamları daha duyarlı ve daha ince biçimde izleniyor. Gerek 79 Devriminin ateşi ve ivemsinin duraklamasıyla gerek bizim hareketin kuramsal ve siyasal erginliğiyle program ilkeleri şimdi daha çok global bir çerçevede tartılıyorlar. Ulusların hakkı genel formülü Kürt ve Kürdistan gölgesinden sıyrılıyor ve kendi genel global ağırlığına erişiyor. Global bir ölçekte ulusların kendi kaderini tayin hakkı formülü ‘ulusal’ çıkarlar ve çelişkiler ormanından çıkmanın hiç de sosyalist bir pusulası değildir.

Ancak bizden çok maddi dünyanın kendisi ve tarihsel gerçeklik değişmiştir. Bunalım dönemi ve daha sonra Doğu Bloğunun çöküşü ve Soğuk Savaş sonrası dünyayı vurguluyorum. Eski kurtuluşçu hareketlerin Doğu Bloğu bunalımının ilk yıllarındaki batıya ve piyasa modeline dönmelerinden geçsek bile (çünkü ne de olsa bizim hareket üçüncü dünya milliyetçiliğinin ve azınlık milliyetçiliklerinin ilericilikleri ile ilgili geleneksel solun kuruntusunu paylaşmıyordu) Doğu ve Orta Avrupa’daki bağımsızlıkçı hareketler ve daha sonra da ipini koparmış ‘ulusların’ savaşları ve kırımları doğrusu ulusal talepler ve bağımsızlıkçılığı asgari insancı düşünceleri olanların gözünde bile değersiz kılmıştır ve birçok durumda iğrenilecek birşey yapmıştır. Herkes miliyetçiliğin maddi izdüşümünü toplu mezarlarda, ‘soy arındırılmasında’ ve insan yakma fırınlarında görebilir. Herkes yalnızca ulusal taleplerin değil, ulus kategorisinin ve ulusal kimliğin kendisinin birçok durumda asal olmadığı ve belirli siyasal çevrelerin yapımı olduğunu anlayabilir.

Soğuk Savaş sonrasındaki ulusal olaylar görünüşte hayırlı ve adaletli olan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ formülünü eleştirel bir gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Kanımca işçi komünizmi için bu gözden geçirmenin sonucu formülün şimdiki biçimiyle reddinden başka olmaz.

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı:

Beş Sözcüklü Bilmece

Ulusal sorun ve ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ile ilgili asıl tartışmam sonraki sayıda ve ulusal kimliğin özünün eleştirisiyle başlayacaktır. Bu bölümde, izin verirseniz bu formül ile ilgili sesli düşüneceğiz. Formülün öğelerini, görünüşteki biçimleriyle tek tek inceleyelim. Bu, en azından tartışmamızın başlangıcı olabilecek birtakım sorular ve çelişkileri bulmamıza yardımcı olabilir.

  1. En kolay ve en az çelişkili öğeden başlayalım: ‘Kendi kaderini belirleme.’ Bu neyi ifade ediyor? Kendi kaderini tayin hakkını elde eden bir ulus (şimdilik ‘hak’ ve ‘ulus’ kavramlarının anlamlarının açık olduğunu varsayarsak) hangi hakkı kazanmıştır? Tarihsel açıdan ve aynı biçimde komünist gelenek içinde bunun anlamı, tartışma konusu olan ‘ulusun’ ‘asal ulus’ veya ‘çoğunluk’ olarak sayıldığı bağımsız bir ülke kurma ve ayrılma hakkıdır.

Geleneksel olarak iki yanlış anlaşılma veya yanlış yorum tartışmaya girmiştir. Birinci yanlış, özlellikle de ‘kendi kaderini tayin’ Farsça tümcesinde daha çok yoğunluk kazanan bu tümcede yaratılan tümcenin yalancı sözümona demokratik ve özgürlükçü yorumudur. Tümcenin özü özellikle Farsça yorumunda romantik ve destansı ‘kader’ sözcüğünün kullanımıyla önsel bir meşruiyeti yedeğinde taşıyor. Hangi şerefli ve özgürlükçü insan gerçekte kişinin, herkesin ‘kendi kaderini’ belirlemesinden göğsü kabarmaz ve bunu insanın durumunun ilerleyişi doğrultusunda bir adım ve kutsal bir olay olarak görmez? Örneğin, İngilizcedeki ‘self-determination’ terimi böylesi heyecenlı ve destansı bir yan amlamdan yoksundur ama yine de bu önsel meşruiyeti bir ölçüde taşımaktadır. Ancak yeni bir ülke oluşturmak, örneğin şimdilerde büyük olasılıkla birilerinin bağımsız ulusal kimliklerinin belgelerini oluşturmakla meşgul olduğu Kuzey İtalya halkından ya da Tamil veya Bask diye bilinen halklardan bir ülke oluşturmak, hala bu insanların, bireysel veya toplu bu değişiklik sonucunda, ‘kaderlerinin tayini’ konusunda öncesinden iğne ucu kadar olsun daha fazla birşey elde edip etmeyecekleri konusunda hiçbir şey söylememektedir. Yeni ülkenin iç düzeni gerek siyasal gerek ekonomik bakımdan başka çekişmeler ve başka gelişmelere bağlıdır ve bağımsızlığın buna etkisi önceden görülebilen birşey değildir. Yeni ülke eskisinden daha gerici, daha eşitsiz, daha baskıcı ve insanları daha hukuksuz ve daha kötü bir durumda olabilir. Bağımsızlaşmış ve ‘kendi kaderini eline almış ulusların’ koca bir tablosunu sergileyen soğuk savaş sonrası dünyaya kısa bir bakış bu konuyu kavramak için yeterlidir. Daha sonra ‘ulus’ kategorisini değerlendirirken, milliyetçi propagandalarda ulusal egemenliğin o ‘ulusun’ tek tek bireylerinin egemenliğiyle özdeş gösterildiğine göz atacağız. Gerçekte bir ulus adına egemenliğin özünün ve bir ülkenin varoluşunun hukusal ve tinsel temelinin ulusal kimlik olarak belirlenmesinin kendisinin yurttaşların haklarını ihlal edici olduğu ve gerçek kişilerin ‘kendi kaderini belirleme’ haklarını sınırladığı gerçeği örtbas edilmektedir.

Kısacası, kendi kaderini tayin hakkı ayrılma ve belirli bir ulus adına bir ülke kurma hakkıdır. Konu, medeni ve bireysel hukukun gerçekleşmesi veya kişilerin yetkilerinin artması ya da sözcüğün yaygın anlamında demokrasinin gelişmesi değildir. Bu terimdeki önsel ve gizli meşruiyet gereksiz ve gerçekdışıdır.

İkinci yanlış yorum, genelde yönetsel ve kültürel özerklik, otonomi ve buna benzer kavramlara ilişkindir. Hukuksal ve siyasal olarak kendi kaderini tayin hakkını tanımak -bu ayrıca komünist hareketin tarihnde de, örnek olarak Lenin’in yorumunda Rus sosyal demokrasisinin ve daha sonra Bolşeviklerin programında da böyledir- ayrılma hakkını tanımak anlamına gelir. Yoksa ilgili ulusla merkezi devlet veya erk ile aralarındaki ilişkinin biçiminin değişimini öngören her türlü geçiş senaryosunu tanımak anlamına değil. Kaderini tayin hakkını tartışması özel olarak bu kavramlara ilişkin değilidir. Bu hakkı tanımak ülkede bulunan ‘uluslardan’ birinin devletinin ve diğer yurttaşlarla özel hukuksal ve yönetsel ilişkilenin kurulması hakkının kabul etmek anlamına gelmez. Bu noktayı daha ilerde özerkliği eleştirirken ayrıntılı biçimde açıklıyacağız. Burada şu noktanın altını çizmekle yetiniyoruz: En azından biçimsel olarak bir ‘ulusun’ uluslararsı ilişikilerde konumunu yükseltmeye ve devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerde ulusal ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik olan ayrılma hakkına karşın özerklik ve otonomi bir ülkenin yurttaşları arasında ulusal kimlikleri temelinde yeni bir çeşit ayrımcılığın göstergesidir. Özerkliğin, geçmişteki baskıların telafi edilmesine ve gelecekteki ayrımcılığa karşı güvence oluşturmaya yönelik olduğu iddiası veya umudu özerkliğin temelinin yani eşitsiz bir ilişkinin tanımı ve bir ülkedeki ulusal çekişme ve ayrımcılığın canlı tutulması olduğu gerçeğini değiştirmez. Bundan dolayı komünistlerin, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmaları özerklik, özyönetim vb. sorunlarının yazgısını belirlemez. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ‘çok uluslu’ ülkelerde ‘gökkuşaksal’ anayasaların ve yurttaşları ulusal ve kavimsel kökenlerine göre sınıflandırmayı geçerli kılmaya yarayan bir formül değildir. En azından bu formülü bizim programlarımız için miras bırakmış olan komünist gelenekte bu hakkın böyle bir yorumu sözkonusu edilmemiştir.

Her ne olursa olsun bu gibi yorumlar bugün bu formüle eklemlenmişlerdir. ‘Kendi kaderini tayin etme’ ifadesi bu gibi çıkarımlar üzerinde tartışmak için iyi bir başlık olur; fakat uluslar sorunu ve ulusal soruna ilişkin açık ve özgürlükçü komünist bir formül oluşturmak için işlevsel bir kavram değildir.

Her durumda biz bu tartışmada ‘kendi kaderini tayin’ hakkını ancak ve ancak ayrılma ve ulusal bağımsız bir devlet kurma hakkı olarak kullanıyoruz.

  1. Üzerinde durmamız gereken ikinci anahtar sözcük formül içindeki ‘hak’ veya ‘hakkı tanıma’ terimidir. Ulusların kendi kaderini tayin ‘hakkını’ tanıyan kişi, bunun nasıl bir hak olduğunu düşünüyor ve kendisini hangi düşünce veya eyleme karşı sorumlu kılıyor? Bir hakkı tanımak ne anlama gelir?

İlk bakışta bu soru gereksiz veya bir bahane uydurmak gibi anlaşılabilir. Ancak gerçek şu ki, bu soruya ilşkin mücadele, sadece bakış açılarından birinden, tarihsel olarak ulusal sorunla ilgili komünist tartışmaların önemli alanlarından birini oluşturmuştur. Anlatmak istediğim şey, yukardaki tümceciğin ardından, tam da yoruma açık olduğundan dolayı, hemen ortaya atılan enternasyonalist ve proleter taslağın getirilmesidir: ‘kendi kaderini tayın hakkını (ayrılma hakkını) tanımak kendinde ve zorunlu olarak ayrılmayı tavsiye etmek anlamına gelmez.’ Bu madde toplum içindeki ‘hakların’ bir çeşit sınıflandırmasına göndermede bulunmaktadır. Ortaya hemen şu çıkıyor: ‘Hak’ sözcüğü kendiliğinden bize, kendi önemi, istenirliği, ve bazen maddi olarak gerçekleşme olanağıyla igili birşey söylemiyor ve temelde bu hakkı ‘tanımış’ olan bizlerden, bu hakkın hangi türden olmasına bağlı olarak, ayrı şeyler bekleniyor. Yaşama hakkı, geçinme hakkı, örgütlenme hakkı, boşanma hakkı, tütün kullanma hakkı, uzaya yolculuk etme hakkı vb.nin hepsi insanların hakları arasında yer almaktadır. Bunların hepsi tanınmalıdır, ama hepsi bizim siyasal felsefemiz, dünya görüşümüz ve ülkülerimizle aynı kaynaktan doğmuyorlarve bizim düşünce sistemimiz ve toplumsal önceliklerimiz içinde benzer konumları paylaşmıyorlar.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı nasıl bir haktır? Yaygın olan karşılaştırma bunun boşanma hakkıyla karşılaştırılmasıdır. Boşanma hakkı varolmalıdır ancak ayrılığın kendisi zorunlu olarak tavsiye edilmez. Boşanma hakkını savunmak boşanmayı tavsiye etmekle özdeş değildir. Ancak bu alan bana göre epey bulanıktır. Kendi kaderini tayin hakkıyla boşanma hakkını karşılaştırmak bana göre önemli bir açıdan aldatıcıdır. Bunu daha aşağıda ulus kavramını çözümlerken açıklayacağım. Ancak burada en azından kendi kaderini tayin hakkının komünistler açısından oy hakkı veya sağlık ve eğitim hakları gibi maddi olarak daha kapsamlı biçimde gerçekleşmesi ve uygulanması istenebilecek ‘hakların’ sınıfından olmadığı kendiliğinden ortadadır. Tersine bu, tanınması gereken ancak daha sonra, şimdiye kadar tanık olduğumuz ulusal çekişmelerin içeriğini göz önünde bulundurarak, kullanılmamasını ummak veya sağlamaya çalışmak gereken bir haktır. Birinin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıdığını söylemek, kaçınılmaz biçimde, kendiliğinden bu kişinin bu hakkı hangi konuma yerleştirdiğini bize söylemez.

Hak kavramının yoruma açık olması bununla bitmiyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak hangi siyasal eyleme karşı sorumluluk yüklenmek anlamına gelir? Erki ele geçirince federal bir yönetim sağlamak veya ülkede bulunan ‘uluslara’ ayrılma hakkını vermek anlamına mı? Yoksa ayrılıkçı hareketlerle dayanışma ve yardımlaşma anlamına mı? Acaba bu hakkı tanımak otomatik olarak ayrılıkçı hareketleri özgürlükçü ve ilerici hareketlerin içine yerleştirmek anlamına mı gelir? Doğal olarak bu, başka başka yorumların girmesi için farklı bir kapıdır. Örneğin, Lenin’in konuyu yorumlamasıdoğru olarak ayrılmaktan kaçınmak üzerine kuruludur ve kendi kaderini tayin hakkını ‘olumsuz’ bir hak olarak görmektedir. Kaderini tayin hakkını tanımak Lenin’e göre birincisi, komünistlerin zorla ilhaka ve ulusları bir arada tutmak için ‘zor kullanımı ve adilce olmayan yöntemlere’ karşı oldukları ve ikincisi, ayrılma veya ayrılmama konusunda karar vermenin yalnızca ilgili ulusun hakkı olduğuna inandıkları anlamına gelir. Bu yorum, bizim de daha önceki parti programlarını düzenlemekte aynen göz önünde tuttuğumuz komünist ve enternasyonalist ülkü ve bakışlara göndermede bulunmaktadır. Ancak hukuksal açıdan bu bulanıklıkları bütünüyle ortadan kaldırmamaktadır. Örnek olarak şuna değinilebilir: Komünistler bir ulusun ayrılma hakkını tanımasalar dahi, halk kitlelerinin bağımsızlıkçı istek ve hareketlerine karşı zor ve şiddet kullanılmasına karşıdırlar ve bunu mahkum ederler. Ancak bu yorumun ikinci yönü daha büyük bir soruyu ortaya çıkarıyor ve bir yere kadar birinci yönü daha da bulanuklaştırıyor. ‘İlgili ulusun kendisi karar vermelidir.’ Tamam diyelim. O ulusun ulusal kimliği tanımlanabilir ve bu karara müdahale etmemeleri gereken ve meclisler belirlenebilir diye varsayalım. Ancak buna güvence vermek bir yana , ayrılma kararının o ulusun kendi kararı olduğu nasıl ayırtedilebilir? Bu formülün sorunu bir yandan içinde ‘ulusal irade’ kavramını gizli olarak barındırdığı ve varsaydığıdır. Bununla birlikte içinde tüm iradeler ve çıkarların sınıfsal olduğu burjuva toplumunun bütün sorunları arasında, içinde egemen sınıfın iradesini değil genel ve sınıflar-üstü bir iradenin, tüm ‘ulusun’ iradesinin bulunup uygulanabileceği ulusların ayrılması adlı bir konumun bulunduğu kuruntusu yayılma olanağı bulabilir. Kuramsal düzlemde bu, içten içe milliyetçiliğe ve milliyetçi harekete verilmiş bir ödündür. Ancak öte yandan bu yorum, verilmiş olan kararın (ayrılığın lehinde veya aleyhinde olsun) ulusun kendi kararı olup olmadığı tartışmasının iki yönden yürütülmesi için kapıyı açık bırakmaktadır. ‘Ulusun kendi’ kararının içinde belirlenip kaydedildiği süreç hangisidir? Baltik ülkeleri veya Çekoslovakya’nın ayrılmalarının, ayrılan ulusların kendi kararları olduğu ve bu kararların meşru ve asil olduğu nasıl araştırılıp kanıtlanabilir?

Bir ulusun ayrılma veya ayrılmama yönünde görüş bildirmesi sürecinin doğruluğu ve asaleti konusunda kimin karar verdiği sorusu kaderini tayin hakkı tartışmasını yeniden başlangıç noktasına geri götürmektedir. Acaba merkezi hükümetin, komünistlerin veya ‘üstteki ulusun’ halk yığınlarının ‘alttaki ulusun’ kararının hukuksal asaleti konusunda yargıda bulunmalarının kendisi tanım gereği ulusların kendi kaderini tayin hakkının yadsınması değil midir? Ve buna karşın bu sürece gözlerini kapamak ve buna müdahale etmemek gerçek anlamda ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkından’ vazgeçmek ve onun yerine ‘milliyetçiliğin ulusların kaderini tayin hakkını’ oturtmak anlamına gelmez mi? Bu soruda yeni bir ulusal kavga için yetrince cephane mevcuttur.

Son olarak da ulusun iradesini belirleme sürecinin -referandum ve kamuoyuna başvurmak bunun yollarından bir kaçıdır- son çözümlemede biçimsel ve hukuksal bir süreç olduğunu belirtmek gerek. İster Baltik ülkelerindeki gibi aşırı sağ partiler Batının düşkünleştirici propaganda saldırısını da arkasına alarak ve nufüsün yaklaşık yarısının oy hakkını elinden alarak bağımsızlığı gerçekleştirsin, ister baskı ve korkudan uzak bir referandum böyle bir kararın ortaya çıkmasına neden olsun, bunlar komünistler için emekçi halkın gerçek iradelerini kaderlerini belirlemek için kullanmalarının maddi örneklerini oluşturmaz. Hak ve ‘ulusun kendi iradesi’ gibi sözcük ve terimler, pratikte gerçekleşenin, en demokratik süreçlerde dahi, ifade özgürlüğü veya boşanma hakkı gibi, özsel ve sürekli geçerliliği olan bir hakkın gerçekleşmesi değil toplumun yönetsel örgütlenişi ve ideolojik düzenlenişi için burjuvazinin farklı senaryoları arasında bir seçim olduğu ve insanların bu sürece ‘ulusun’ birimleri olarak yalancı kimlikler ve yanlış bilinçler temelinde katıldıkları gerçeğini örtmektedir. Bu veya şu belirli durumda kendi kaderini tayin hakkını kullanma birçok kişinin maddi yaşamını bir dönem için daha az çekilmez yapabilir. Ancak bu gelişmeleri hak, özgürlük ve iradenin belirmesi gibi kavramların çerçevesinde betimlemek ve onlardan sözetmek sürecin koşullu ve sınıfsal niteliğini gizler. Bir komünist için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak zorunlu olarak doğrudan doğruya komünizmin insani ve eşitlikçi ülkülerinden kaynaklanan hakları tanıdığında yüklenmiş olduğu sorumluluklar ve taahütlerin ortaya çıkmasına neden olmaz. Bana kalırsa komünistlerin ulusal bağımsızlıkçılığa yaklaşımlarını bir çeşit ‘hakkın resmen tanınması’ ve bunları zorunlu olarak toplumda gerçekleşmeleri için savaştığımız diğer hakların yanında oturtmamız biçiminde yorumlamak, açıklığa neden olacağına bulanıklığa ve yanlış anlamalara neden olur.

  1. Ve en sonunda ulus kavramına gelmiş bulunuyoruz. Ulus nedir? Bu, sorulmadıkça yanıtını bildiğimizi sandığımız sorulardandır. Gerçek şu ki uluslar veya ulus bu formüldeki en bulanık ve en sorunlu ögedir. Ulus kavramını eleştirmek benim bu yazıdaki tartışmamın ana eksenlerinden biridir ve sonraki bölümde temel olarak bu konuya deyineceğim. Ancak burada kendi kaderini tayin hakkı formülünün ögelerinin genel değerlendirmesini bitirmek için ayrıntıya girmeksizin ve çıkarım yapmaksızın kavramın eksenindeki çelişkiye kısaca deyineceğim.

Boşanma hakkı örneğine geri dönelim. Açık bir örnektir. Ulusların ayrılma hakkıyla boşanma hakkı arasındaki fark şudur: Tarafların hakiki varlıklar ve kimlik açısından başvurulabilir ve belirli olduğu, kimliklerinin zaman ve mekan içinde sürekliliği olduğu boşanma hakkına karşın ulusların hakları konusunda tarafların kimlikleriyle ilgili belirlilik, somutluk ve süreklilikten sözedilemez. Ayrılma hakkının hangi varoluşa verilmekte olduğu belli değildir. Ulus tanımını yapabilmek için birçok başarısız girişimde bulunulmuştur. Yurt, tarih, gelenek ve göreneklere göndermede bulunan nesnel yorumlar ve ulusal bağı bir biçimde halk kitlesinin kendi seçimi olarak tanımlayan öznel yorumlar olmuştur. Tüm bu tanımların yanlışlığı dünyanın gerçek ulusal bölünmüşlüğüyle karşılaştıklarında ortaya çıkar.

Ulus belirli ve kolayca tanımlanıp ayırtedilebilecek bir kategori değildir. Bu belirsizlik farklı düzlemlerde araştırılabilir. Ulus ırka, veya kavime bile dayandırılamaz. İnsanların dirimsel özelliklerine yaslandırılamaz ve aynı yurtta bulunup yaşamakla belirlenemez. Ulusal kimlik ve ulusal bağ aynı dil değildir, aynı görenekler değildir, başlangıçsız ve sonsuz değildir, tarihin ürünüdür, oluşur ve bozulur, değişir ve yeniden tanımlanır. Fiziksel olarak ulus tek vucüt, tek bir zihni olan bir varoluş değildir,çok sayıda insani ögenin, farklı ve sürekli değişmekte olan insan kuşaklarından oluşmuş bileşik bir varoluştur. Bu zamana değin, ortak ulusal kimliği nesnel olarak, gözlemlenebilen ve yoruma açık olmayan özelliklere göre belirleyebilecek bir tanım oluşturulabilmiş değildir. Yukardaki etmenlerden birini veya birkaçını, örneğin ortak dil, ortak tarih ve kültür gibi veya ortak yurt gibi temel olarak aldığımızda azıcık düşünmekle istisnaların genel kaidelere olan üstünlükleri ve ulusal sınıflandırmanın öznelliği ve keyfiliğini, hatta etmenlerin kendilerinin öznellikleri ve keyfiliklerini anlayabiliriz. Tarih boyunca insanları sınıflandırmak için uydurulmuş olan bütün kimlikler içinde, kan bağından, kabile, kavim, cinsiyet ve ırk bağına kadar, en dalgalı olanı, en belirsizi, en kanıtlanamayan ve soyut olanı ve tarihsel açıdan en koşullu olanı ulustur.

Ulusallık, cinsiyete karşın, doğanın değil toplum ve insan tarihinin ürünüdür. Bu açıdan ulusallık mezhebe benzemektedir. Ancak mezhep bağlılıklarının tersine ulusal bağ, biçimsel düzeyde bile seçilebilir değildir. Birey olarak belirli bir ulusa bağlanamz veya belirli bir ulustan kopamazsınız (gerçi bazı ulus ve milliyetçilik araştırmacıları bu kavram için böyle öznel yorumlarda bulunmuşlardır). Bu özellik, ulusallığa ve ulusal bağa inanılmaz siyasal bir işlevsellik ve kesinlik kazandırır. Geniş insan kitlelerinin boynuna vurulmuş ve kimsenin kaynağını araştırmadığı buna karşın herkesin onu kendi bedeni ve varoluşunun bir parçası sanacak kadar doğal ve apaçık bir boyunduruktur. Ancak bizim kuşağımız yaşadığı süre boyunca yeni ulusların yaratılmasına ve önceki ulusal kategorilerin geçersizleşmesine tanık olma şansına sahiptir ve bu yüzden ulusal kimliğe politik ekonominin bir ürünü olarak dokunabilir ve onu eleştirebilir bile. Ulus insanları üretim ve toplumun siyasal düzenlenişi ile ilişkilerinde sınıflandırmaya ve düzenlemeye yarayan bir çerçevedir. Ulus aynı ulusal kimliği taşıyan bireylerin toplamı değildir, tersine bireyin ulusal kimliği toplumsal ulusal kimliğin ona dayatılmasının ürünüdür. Ayrılanlar veya birleşenler uluslar değildirler, tersine ulusları belirleyen, insanlara dayatılan bu ilhaklar ve ayrılmalardır. Milliyetçilik ulusların siyasal ve ideolojik ürünü değildir, tersine uluslar milliyetçiliğin ürünüdürler.

Söylediğim gibi ulusal kimliğin eleştirisiyle ilgili tartışmamı bir sonraki sayıya bırakmak zorundayım. Burada gerekli olan ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ formülünün omurgasını oluşturan ulus kavramının belirsiz ve öznel olmasıydı. Bu, ulusal kimlik ve ulusal bağın maddi olmadığı ya da hayali olduğu anlamına gelmez. Bunun anlamı şu: Ulusal kimlik ve bağ, toplumun her kesitinde, tarihsel dönem, siyasal gidiş ve ideolojik dengeden ayrı ve kendi başına tanımlanabilir değildir. Ulus kendinde bir kategori değildir. Siyaset alanının sürekli değişmekte olan akışkan ürünüdür. Bu açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı siyasal ve programatik bir ilke olamayacak ölçüde bulanık ve belirsizdir.

Daha önceki tartışmalar gözönünde tutularak bu formülün sözel anlamını temel alırsak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak bağımsız bir devlet kurmak üzere tek taraflı olarak karar verme hakkını bağımsız ulusal kimlik iddiasında bulunan insanlardan bir topluluğa veya onları temsil ettiği iddiasında bulunan bir harekete vermektedir. Bunun özgürlükçü komünist bir ilke olduğunu savlamak oldukça güçtür.

Gerçek şu ki ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ komünistler için literal anlamından başka bir şeye göndermede bulunuyor ve biz komünist olarak bu slogandaki bu görünmeyen ve ortada olmayan anlamla gerçekten ilgileniyoruz. Ulusal ve kavimsel sınıflandırmalar hakkını resmen tanımak, bana göre, komünist bir ilke değildir -Lenin’in bunu tanımaktan doğan ödevlere ilişkin minimalistçe ve bence doğru olan yorumunu kabul edersek bile. Ancak ne Lenin için ne de bizim için, bu formülasyonun görünür yüzü ve bu ilkeden kaynaklanan hukuksal taahütler sorun oluşturmazlar. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganı komünistlerin acı tarihsel bir gerçeklikle karşılşmaları ve insanın kurtuluşu ve özgürlüğü yönünde bundan kurtulmanın en meşakkatsiz yolu güvenceye almak için bir formüldür. Bu acı gerçek ulusal baskıdır, gel gör ki kaderini tayin hakkı formülünün buna hiçbir göndermede bulunduğu yok. Bu formülün Lenin ve Bolşevizm ve bizim için rolü, ulusal ayrımcılığa karşı sınıfsal birlik yolunda mücadelenin, ulusal baskı ve şiddete karşı savaşımın ve işçi sınıfı hareketi içinde milliyetçilik hastalığının yayılmasının önlenmesinin kolaylaştırılmasıdır. Bugün, bu ayrımcılığın hüküm sürdüğü ve bizim işçileri birleştirme çabamız akıntıya karşı kürek çekmek olduğu bir uğrakta, milliyetçilik ve ulusal ayrımcılığın milyonlarca kişiyi, dünyanın en uzak köşelerinden Avrupa’nın orta yerine kadar, kana bulayıp evsiz bıraktığı bir dönemde , üretimin globalleşmesi ulusal bağın saçmalığını ve tüm dünya insanlarının ‘yazgısının’ girift ilişkisini insanların gözleri önüne serdiği bir kesitte, ulusal baskı ve ayrımcılığa karşı gerçekten mücadele etmenin koşulu ulus ve ayrı ulusal ‘kaderler’ mitolojilerini güçlendirmeyen bir slogan kullanmaktır. Kendi kaderini tayin hakkı formülü bir zamanlar komünist hareket için böylesi yapıcı bir yararı olmuşsa bile bugün, ulus kavramının bir başka yaşam evresinde, bu formülün ortalığa çelişkiler, bulanıklıklar ve kuruntular yaymaktan başka bir işlevi olmayacaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

STALİN’İN LİSTESİ

Bu yazının ilk bölümüne ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının’ giriş niteliğindeki bir gözden geçirilmesiyle başladık. Amaç bu formülün altüst edilmesi değil ulus ve milliyetçilik konularının içinde bulundukları bulanıklıkları göstermekti. Önceki bölümün sonunda ‘ulus’ kavramına vardık. Bana kalırsa bu kavram belirleyici düğüm noktasıdır. Ulus kavramı, ulusal sorunla ilgili yalnızca sol düşüncede veya şimdiye kadarki komünist programların çerçevesinde değil bugünkü toplumun büyük bölümünün kendi tarihi ya da toplumsal kimlik ve varlığı olarak başvurduğu yerde de büyük bir bulanıklık ve çözümleme ve düşüncelerdeki konumu itibariyle temel bir tepetaklaklığın kaynağıdır.

Egemen insan bilimleri ve siyasal kuram okullarının, bazen kesin ve doğa bilimlerinin bile, yirminci yüzyılın sonunda hurafeler ve söylencelerle içiçe olduklarını göstermek pek de güç sayılmaz. Yirminci yüzyılın sonunda insanın, özellikle resmi düşünürlerinin ağzından, kendisinin ortaya çıkışını, yaşam felsefesini, bireysel ve toplumsal eylemlerinin nedenlerini, mutluluk ya da mutsuzluk ve çaresizliğinin nedenlerini vb.yi nasıl açıkladığı kuşkusuz sonraki kuşakların eğlence kaynağı olacaktır. Bu hurafelerin bir kısmının gerçi ömrü sona ermiştir. Bugün, örnek olarak, anti-sekülarizm ve dinlerin dükkanlarının kapılarının yeniden açılmalarına karşın ‘tanrıyı’, en azından dinsel tanrıyı, üniversitelere veya bilimsel tartışmalara geri getirmek daha olanaklı değildir. Fakat çağdaş dünyanın bilimsel yorumunun resmi temeli, özellikle de siyaset kurumu, ekonomi, sosyoloji ve psikoloji dallarında o derece söylensel ve gerçek-dışıdırlar. Ulus kavramı bunların en önemlilerindendir.

Ulus Nedir?

Bu, ulus ve milliyetçilik ile ilgili birçok tartışmanın başlangıç noktasıdır. İlk bakışta sorunun ulus kavramının bilimsel ve üzerinde anlaşmaya varılabilen bir tanımının yapılabilmesi olduğu sanılır. Bir dizi belirli ve gözlemlenebilir maddi özelliklere (örneğin, ortak dil, ortak yurt, bazen huy ve davranışlar vs.) dayalı ve bunun temelinde dünyadaki hakiki olanlarını sahtelerinden ayırtedebilecek, ulus olanların çerçevesine sığacağı olmayanların sığamayacağı bir ulus tanımı sunabilmenin bugüne kadar bilginler ve siyasetçiler için olanaklı olmadığı doğrudur. Stalin, siyasal ve ideolojik muhaliflerinin de kabul ettiği gibi, ulusların belirleyici özelliklerinin kapsamlı bir listesini sunabilmiş kişilerdendir. Ancak, aşağıda da göreceğimiz gibi, ulusların özellikleri listeleri, en Stalinci, bütünsel ve mekanik olanları bile, dünyada gerçekten varolan ve bildiğimiz ulusları bile doğru biçimde sınıflandırmıyorlar ve birçoğunda istisnalar kaidelere üstün gelmektedir.

Ancak bana göre sorun ulus tanımını yapmaktaki güçlükten kaynaklanmıyor. ‘Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ formülünün diğer ögeleri konusunda belki doğru bir tanım sunmak veya bir tanım üzerinde anlaşarak işin düğümünü çözmek olanaklı olabilir. Örnek olarak ‘kaderini tayinin’ bizim formülasyonumuzda bağımsız devlet kurma anlamına geldiği ve bu hakkı ‘tanımaktan’ kasedilenin Lenin’in göz önünde bulundurduğu olumsuz ve asgari anlam olduğu konusunda analşılabilir. Ulus kavramına gelince, sorunun özü bence hiç de burada değil, bir adım daha geridedir. Sorun şu ki özünde ulusun varlığının kanıtlanmış olduğunu ve onun zaten varolduğunu varsaymadan (tıpkı ‘tanrı’ veya ‘anka kuşu’ durumlarında olduğu gibi) ‘ulus’ özelliklerinin bir listesini veya bir tanımını yapmak olanaklı değildir. Ancak bizim tanımımızdan önce ve bundan bağımsız olarak varolan birşeyi kendi özellikleri temelinde tanımalayabiliriz. Bu görüngü veya nesne, bizim tanımımızdan bağımsız olarak mevcut değilse veya kayıpsa, o zaman bizim onun özelliklerini ve belirleyici yönlerini tanımlamaya girişmemiz aslında onu varkılmaya çabalamamız anlamına gelir. Tanrının özelliklerinin tanımlanması bilimsel değil dinsel vesiyasal bir çabadır, dolayısıyla da insanların kafasında ve yaşantılarında güçlü bir yaratıcı yaratmaya yöneliktir. Canavarlar ve mitolojik varlıkların özelliklerinin dile getirilişi bunların görüntülerinin dinleyicilerin imgelemlerinde oluşmalarını sağlamak ve bu yolla onların yaşamları ve eylemlerini etkilemeye çabalamaktır. Ulus ve ulusal özelliklerin de tanımlanması, dışsal ve gözlemlenebilir bir varlığın bilimsel nesnel biçimde tanımlanması ve tanınması değil ulus ve ulusların oluşum süreçlerine etkin ve öznel bir müdahaledir. Bu siyasal bir etkinliktir. Ulusal özelliklerin tanımlanmasına yönelik bilimsel ve akademik çabalar, ulusların yaratılmaları, kalıcılaştırmaları veya yeniden üretilmeleri yönündeki daha geniş siyasal bir hareketin bir parçası ve uğrağından başka birşey değildir. Fark şu ki din en sonunda insanların zihinlerinden ve inançlarından bağımsız olarak bir tanrı yaratamamasına karşın ulus yaratma, e.d. ‘ulusu’ sözcüğün siyasal ve pratik anlamında ‘tanımlamak’, birçok durumda gerçekten insanlar arasında ulusal maddi sınıflandırmaların oluşmasına neden olabiliyor.

Kamuoyunda, akademik düşüncede, komünist diye nitelenen solda, hatta işçi komünizminin büyük bölümünde egemen olan kanı bu yanlış algılamayı gizli olarak içinde barındırmaktadır. Şimdiye kadarki solun ve komünist harekertin içinde bile, bireyin ulusal bağı ve kimliği, cinsiyet gibi, somut olarak verilmiş ve kuşku götürmez bir özelliği olarak kabul edilmiştir (şimdilik cinsiyetin kendisinin ve cinsel farklılığın da bireyin toplumsal kimlik ve özdeşliğinin temel bir dayanağına dönüşmüş olmasının da günümüzün sınıfsal toplumunun eleştirilebilen tarihsel bir ürünü olduğunu bir yana bırakıyorum).

Benim burada değindiğim komünizm tarihi içinde, milliyetçiliği, ulusal kimliği ve yurtseverliği kutsayıp kendi komünizmlerinin baş tacı yaptıkları çeşitli eğilimler değildir. Rus, Çin ve üçüncü dünya komünizmleri, tekelci-karşıtı, anti-emperyalist ve anti-yanki komünizmler, sosyal demokratik-sendikalist ve Yeni Sol’cu Batı komünizmlerin hepsi Ekim Devriminin yıkıntıları üzerinde güverdiler, hepsi enternasyonalizmden bir renk taşayacaklarına milliyetçilik ve nasyonal-reformizmin türevleri oldular.

İran’da bütün geleneksel sol, önceki günkü Tudeh Partisinden, dünkü Halkın Fedai’si, İşçi Yolu’cusu ve Üçüncü Yol’cusundan bugünkü yeni ve demokrat ‘post-soğuk savaşçı’ sola kadar, güçlü milliyetçi ve yurtsever temelde oluşmuşlardır, öyle ki bunlar için ulus kavramı kabul edilmiş dışsal bir gerçeklikten öte, kutsanması ve kendi siyasal evrenlerinin onun çevresinde oluşturulması bunların belirleyici özellikleri olmuştur. Ulus, bu hareketler için, bir ülkenin insanlarının sınıf vs.ye bölünmeden önce içine sığabilecekleri bir kaptır. İşçi, burjuva, kadın, erkek, siyah, beyaz, zengin, yoksul, yaşlı ve genç bunlara göre bir ulusun iç bölümleridir ve ona bağlıdırlar. Bu siyasal geleneğe bağlı grupların tümünün ‘işçilerle ilgili’ konularının güzelleştirici takısı olan mide bulandırıcı ‘vatanımızın işçileri’ ifadesi veya Almanya’daki Mercedes-Benz fabrikasında sekiz yıllık hizmet sabıkası olan Tahran doğumlu işçiye milliyetçi bir ısrarla ‘İran’lı mülteci işçi’ sıfatını yapıştırmaya çalışmaları bunlar için ulus kavramının halk kitlelerinin diğer gerçek veya varsayımsal bölümlenmelerine olan çözümsel ve duygusal önceliğinin göstergesidir.

İşin ilginç yanı bunlar için ulustan sonraki çözümsel aşamanın hala sınıflar değil ‘halklar’ olmasıdır. Bu bakışa göre halk genellikle devletsiz, güçsüz ve çoklukla baskı altında olan bir ulustur. İran solu için ‘halklar’ kategorisi kaçınılmaz olarak özel bir acıma, şefkat ve abartmayla birlikte bulunur. Halkların kültür ve görenekleri, ilgili halkın kendisinin çoğunluğunun kurtulmak istediği gelenek ve görenekler, genelgeçer solun devrimci kültürünün bir parçası haline gelir. Bir ülke raslantısal olarak tarihsel sürecin sonunda ‘çok uluslu’ ve çok halklı duruma gelmişse o ülkede ikamet eden işçiler asgari sınıfsal bilince erişebilmek için iki ulusal kimlik üzerinden atlamak zorundadırlar. ‘Kürt işçiler’, ‘Beluçi işçiler’, ‘Azeri işçiler’ gibi diğer kavramlar da İran’daki geleneksel solun yaygın milliyetçi kategorilerinin başka örnekleridirler.

Yine de bunların bizim tartışmamızın merkezinde yer almadıklarını belirtmeliyim. Bu hareketlerin sorunu çözümsel-kuramsal değildir, bilgibilimsel değildir; bunların sorunları milliyetçilik ve pozitif vatanperverlikleridir.

Sorun şu ki enternasyonalist komünist gelenek içinde de ulus ve milliyetçilik kavramlarının değerlendirilişi yeterince eleştirel değildir ve özellikle de ulus ve milliyetçilik arasındaki ilişki ters olarak düşünülmektedir. Bu bakışa göre ulus verilmiş, varsayılmış ve gözlemlenebilen bir görüngüdür, milliyetçilik de bir ulusun sapkın ve soysuz düşünsel siyasal ürünüdür. Buna göre milliyetçilik üst sınıflarca bir ulusun birimlerine dayatılıp egemen kılmaya çalışılan çarpık bir bilinçtir. Enternasyonalist komünizmin büyük çoğunluğu için sorunun özü milliyetçiliğe karşı mücadele ve onun etkisinin bir ulus içinde yayılmasını önlemek biçiminde olmuştur. Ulusun kendisi, bir kategori olarak, bir görüngü olarak, yerli yerinde durmakta ve eleştiri konusu olmamaktadır. Ulus belirli bir siyasal ve sınıfsal yükü olmayan bir varlık olarak ele alınmaktadır. Belirli ortak özellikleri, bu özelliklere sahip insan kümesini ulus yapmaktadır. Bu adla, bir ulus olarak, insanın toplumsal tarihinde bağımsız ve kendinde bir rolü olabilen bir insanlar kümesi. Hak sahibi olabilir, devlet sahibi, bağımsızlık sahibi, ve kendisi için özel bir yazgının sahibi olabilir.

Gerçekte ise ilişki tersinedir. Milliyetçiliğin ürünü ve yaratısı olan ulustur. Milliyetçilik ulustan önce gelir. Bu yorumu olumladığımzda komünizmin milliyetçiliğe karşı savaşının son kertede ulusları şu ya da bu özbilince kavuşturmak veya siyasal ya da toplumsal eyleme katmakla ilgili olmadığı, insanların ulusal kimliklerinin olup olmadığına ilişkin olduğu görülür; ulusal kimliğin reddine veya kabulüne ilişkin olduğu görülür. Milliyetçiliği yenmek ulus ve ulusal kimlik kategorilerini aşmayı gerçekleştirmeksizin olanaklı değildir. Ayrıca ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ program formülüne ait ulusu önsel olarak kendi özel hukukuna sahip bir varlık olarak kişileştirip somutlaştırdığında, pratikte milliyetçiliği etkisizleştirip geri püskürtmeye yarayan taktik bir konumu nasıl ulusal kimliğin stratejik bir onanmasına dönüştürdüğü ve böylece kendi gerçek yönelimine darbe indirdiği açıklığa kavuşmuş olur.

Bunlar, üzerinde daha dakik olunması gereken temalardır. Bunun için birkaç adım geri dönüp bir ulusun tanımlayıcı özellikler ve belirlenimlerinden başlamamız gerekecek.

Stalin’in Listesi

Ulus tanımını yapan ve ulusun özelliklerinin bir listesini yapan biricik kişi Stalin değildir. Ancak Stalin ile başlamak birkaç açıdan verimli olur: Birincisi, onun formülasyonunun temeli solun bildiği ve kaçınılmaz olarak etkisinde kaldığı bir yorumdur; ve ikincisi, Stalin’in listesi ondan öncekilerin uluslar için varsaydıkları özelliklerin bütünsel seçmeci bir toplamıdır. Stalin’in seçmeciliğinin boyutları kimi zaman birbirleriyle çelişen etkenleri ulus kavramıyla ilgili aynı formül ve kuramın çatısı altında toplayabileceğine meydan vermektedir.

Ulus nedir? Stalin’e göre ulus kavramı ‘sürekli evrimsel bir tarih sürecinde ortak dil, ortak yurt, ortak ekonomik yaşam, ortak bir görünüş ile ortak ruhsal çerçeveye sahip olmuş ve bunu ortak bir kültüre yansıtabimiş insanlara’ yüklenebilir. Stalin tabii ki ulusun tarihsel bir ürün olarak ebedi ezeli olmadığını, değiştiğini ve bir başlangıç ile bir sona sahip olduğunu belirtir. Bu özelliklerinden hiçbiri, Stalin’e göre, yalnız başına şu veya bu topluluğu ulus olarak tanımlamak için yeterli değildir. Ancak herhangi birinin olmayışı bir topluluğun ulus olmayışı için yeterli neden oluşturur. Bu çözümsel manevra ile Stalin başarısız bir biçimde yakasını şu zorluktan kurtarmaya çalışıyor: Bu belirleyicilerden herbirinin temelinde, dünyanın ulusal bileşimi ve gerçekten varolan ulusların listesi, gerek o zaman gerek şimdi, varolan somut ve görgül durumdan bambaşka birşey olmaktadır. Stalin’in kendisi onun belirleyici ögelerini yadsıyan örnekleri bilmekte ve bazen dile getirmektedir. Ancak ulusal selahiyeti tüm bu belirlenimlere bağlamak tek tek belirlenimlerin eksiğini gidermediği gibi ulus tanımı ile somut gerçek arasındaki uyuşmazlığı daha da belirginleştirir.

Dil etkeni İsviçre, Belçika, ABD, Kanada, Fransa, İspanya, Britanya ve Afrika ile Asya’nın birçok ‘dayanıklı ve tarihsel olarak oluşmuş’ ülkelerin insanlarının ulus olma özelliklerini soru işareti altına sokuyor. İtalya’nın birliği uğrağında ve İtalyan ulusun ortaya çıkışı evresinde bugün İtalyanca denilen dilin nufüsün yalnızca %2.5’u tarafından konuşulması ilgiye değerdir. Öte yandan dünyada yalnızca çok dilli uluslar değil çok uluslu diller de bulunmaktadır. Dünya haritasında şöyle bir göz gezdirince İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerinin birinci ve ‘anadil’ olarak kullanım alanının ne denli geniş olduğu görülür.

Bu söylenenler bir de dil kavramının matematik bir kesinlikle tanımlanabilmesini ön-varsayar, gerçekte ise durum böyle değildir. Örneğin Sırplar ve Hırvatlar’ın iki ayrı dilde konuştukları söylenebilir mi? Yine aynı biçimde, Birleşik Kürdistan’ın kurulmasını savunanlar Kürtlerin bir ulus olduğunu göstermek için ortak bir dilin varolduğunu dayanak olarak gösteriyorlar. Oysa kimi Batı’lı araştırmacı Kürdistan ülkesinin şimdiye değin kurulamamasını tam da ortak bir Kürtçe dilinin yokluğuna bağlıyorlar. Kavimsel köken ve dil ortaklığını ulusal kimliğin ölçütü olarak kullanan Bir Alman milliyetçisi (eski Almanca’nın bir kolu olan) Yidiş dilinde konuşan Eşkenazi Yahudilerini asil Almanlar olarak tanımaya dayanabilmelidir.

Dil etkeninin ne Stalin’in yorumuna ne de ulus sorununun kavranmasına fazlaca bir yardımı dokunur.

Yurt kategorisi de en az bu kadar karışıktır. Farklı kavimler ve toplulukların ortak yurtlarda yaşayıp sırayla oraya egemen oldukları ve birbirlerini şu veya bu tarafa sürdüklerinin yanısıra dünya üfusunun artışı ve insanların dünya çapında devingenlikleri ve akışkanlıklarının yayılması ortak yurt kavramına dayalı herhangi bir ulus tanımının her yıl gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Yer kürenin boyutları sabittir. İnsanlar ise, öte yandan, çeşitli kavim ve dinler arasında, farklı ivmelerle çoğalmışlar ve çoğalmaktadırlar. Günümüzdeki ulusal çekişmelerin çoğunda, toprak ve yurt kavgası, tartışmanın özünü oluşturmaktadır. Filistin belirgin olan bir örnektir. Ama biricik örnek değildir. Kürt milliyetçiliğinin düşündüğü yurt kimi zaman Ermeni milliyetçiliğinin ilgi gösterdiği aynı yerdir. Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna Hersek’teki her metrekarenin uyruğunu belirlemek için yaşanan çekişmeler daha fazla sayıda canlı ve güncel örnekler sunmaktadırlar. Yurt (toprak) ölçütü, özellikle Stalin dönemindeki kendi adlarına ortak bir toprakları olmayan Yahudilerin örneğiyle karşı karşıya getirilir. Stalin’in ölçütüne göre, ortak yurtları olmadığından, Yahudiler bir ulus değillerdi. Başka kuramcılar içinse ‘Yahudi ulusu’ buna karşın ulus tanımındaki ortak yurt (ve ortak dil) ölçütlerinin geçersizliğinin göstergesidir.

Stalin’in ortak ekonomik yaşam ve içsel ekonomik bağlantı ölçütü yorumu epey bulanık ve şiddetli biçimde Marksizm dışıdır. Bir yandan ulusal hareketler tartışmasında ulusun ortaya çıkışını kapitalist dönemin ürünü olarak dile getirirken diğer yandan ekonomik bağlantı ölçütünü kapitalizm öncesi dönemlere kadar yaymakta ve bu işle kapitalizm öncesi dünyada da değişik halkların ulusal itibarnamelerinin red ve kabulü işine girişmektedir. Örneğin Gürcülerin ulus olduklarını yadsırken (ortak dil ve yurda karşın) serflik döneminde Gürcistan halkı arasında ekonomik dayanışma ve birlikteliğin yokluğuna dayanır. Kapitalist dönemde iç pazar kategorisi (tartışmalar bir yana) başkalarından ayrı ortak ekonomik yaşam için bir temel olarak tanımlanabilirse serflik döneminde veya nüfus içinde yaygın bir meta dolaşımı çevriminin olmadığı bir ekonomik düzende ‘ortak ekonomik yaşam’ ve ‘içsel ekonomik bağlantı’ kesinlikle kavranabilir değildir.

Kapitalizmi ilgilendirdiği kadarıyla ortak ekonomi ve iç pazar üniter devletten bağımsız olarak tartışılamaz. Böyle bir devlet varsa, eğer bir halk ‘kendi’ devletini bir kapitalist ekonomik ilişki içinde kurabilmişse, o zaman buna dayanarak ulus olmaları de facto olarak tescil edilmiştir ve herhangi başka bir ölçüte başvurmaya özünde gerek kalmamıştır. Bu anlamda ortak ekonomi ölçütü pratikte ulusun tanımı konusunu bütünüyle bir kenara iten gereksiz bir ölçüttür.

Stalin’in en son etkeni ortak karakter ve ortak psikolojik özelliklerdir (ortak kültür). Bu belki de ulusun nesnel olarak tanımlanması sorununu temelden yozlaştıran tanımın en keyfi ve en bilimdışı parçasıdır. Stalin şöyle yazıyor:

“Doğal olarak psikolojik özellikler, bir başka deyişle ulusal karakter’ yabancı gözlemci için tanımlanabilir değildir. Ancak kendini o ulusun ortak kültürü içinde gösterdiği ölçüde tanımlanabilir ve yadsınamaz bir kategoridir.”

Bu kavram en keyfi sınıflandırmalara kapı açmaktadır. Irk, kavim, din yeniden bu kapıdan tartışmaya girerler çünkü herbiri açık olarak bireylerin psikolojilerini koşullandıran etmenlerdendirler. Bir ulusa üye insanların zihniyetini ve psikolojik konumunu ötekilerden bütünüyle ayıran sınıflar-üstü bir ‘ulusal kültür’ varsaymak şiddetle Marksizm dışı, gerçekdışı ve hayalidir. Stalin somut olarak ortak dillerine rağmen Amerika’lılarla İngilizler’in ulusal karakterlerinin ayrılığından sözeder. Amerikan işçisinin zihinsel dünyası, Stalin’e göre, İrlanda’lı ya da İngiliz işçisinden çok Amerikan işverenine benzemektedir.

Bir ulusun birimleri arasında bir çeşit tinsellikler varsaymanın başka formülasyonları da bulunmaktadır. ‘Ortak tarih’, ‘ulusal özbilinç’, ‘ulusal kimlik’, bunlar aşağı yukarı Stalin’in ortak psikolojisinin göndermede bulunduklarını imlerler. Bütün bu formüllerde apaçık olan şey bu kavram ve kategorilerin olağanüstü ölçüdeki sorunlu oluşlarıdır. Ernest Renan’ın dediği gibi kendi tarihini yanlış tanımanın (belki de kendi tarihini uydurmak demek gerekir) kendisi, ulus olmanın bir ögesidir. Ulusu ortak tinsellik, ortak tarih, ortak tarihsel bellek ve ulusal karaktere göre açıklamak, mitosu mitosla açıklamak olur. Tarih, kültür, psikoloji vb. kavramların somutluğu ve gönderime uygunluklarının kendileri temelde kanıtlanmak durumundadır.

Ulus ve Tarih

Stalin ve Stalinkine benzer ulus kavramı yorumlarının daha temel sorunları tarihdışı oluşları ve durağan oluşlarıdır. Stalin gerçi ulusu ‘tarihsel olarak oluşmuş’ bir kategori olarak görmektedir. Bu formülün durağanlığı ulus kategorisinin oluşmunda tarihin rolüne değinmesine karşın ulus ve ulusun tarihsel olarak ortaya çıkışındaki ‘evrimsel’ ve biyolojiye benzer yorumundan kaynaklanmaktadır. Ulus, tarihin adım adım ögelerini ortaya çıkışını sağladığı (ortak dil, ortak yurt) ve yaratılışının öncüllerini ortaya çıkardığı bileşik bir varlık olarak görülmektedir. Bu yaratım gerçekleştiğinde tarih kendi nihai ürününü bir ulus biçiminde yapıp birleştirdiğinde artık, ulus tarih dışında bir yapı gibi ya da tarihsel olarak son biçimini almış bir canlı gibi kendi bağımsız ve kendinde varoluşuna kavuşmuş olur. Öyle ki, dışardan bir gözlemci onlara bakıp özelliklerini sayabilir. Tıpkı bir ördeği doğal bir tarihin ürünü olarak özelliklerine göre betimlemek gibi.

Böyle yaratılıp özelliklerini tarihten alan bir ulus görünürde tarihsel süreçten kurtulur ve ‘evrim’ çarkının dışına düşer. Böyle bir kavrayış derinden mekanist ve özellikle Marksizm dışı bir kökten gelir. Ulus tarihsel, nasıl oluşmuşsa, toplumların şimdiki yaşamlarında sürekli olarak yeniden üretilmelidir. Kalıcı kılınmalıdır. Ulusal duygu ve kendi ortak tarihinin, ortak dilin, ortak yurdun, ortak ekonominin ve ulus olmanın diğer özelliklerini koruyan ve yeniden üreten hangi mekanizmadır? Ulusun mekanik yorumunda bu süreç gözardı ediliyor. Marksizm için, örnek olarak, toplumun yorumunda sınıf merkezi bir kavramdır. İşçi ve burjuva sınıfları da tarihin ürünleridirler. Ama hiçbir uğrakta tarihin onlarla işi bitmez. Kapitalist toplumun bütün hikayesi toplumsal ilişkiler temelinde ve tarihsel seyri içinde işçi ve kapitalistin işçi ve kapitalist olarak yeniden üretilmeleri ve yeniden yaratılmalarıdır. Ulus da kesinlikle böyledir. Çeşitli halk yığınlarının ulus olma ve ulus olarak kodlanma koşulları geçimişte değil şimdiki tarihin içinde yeniden üretiliyor. ‘Bir ulusu tanımlama’ süreci bilimsel bir süreç değildir; ekonomi siyaset ve ideoloji düzleminde hergün yeniden yaşanan maddi bir olaydır. İşte tam bu yüzden ulusun başı ve sonu vardır.

Bu tartışmanın hiçbir yerinde biz insanların ırksal, dilsel ve kavimsel tanımlanabilir özellikleri oldukları, farklı topraklarda yaşadıkları, dünyadaki ekonomik, toplumsal ve tinsel eylem ve gelişmeler onları, herbirinde belirli bir dil veya göreneğin daha yaygın olduğu bölgelerde bir araya getirdiğini yadsımadık. Bizim eleştirimizin konusu ulus kavramıdır. Bize acaba her ırk, her kavim ya da belirli bir dili konuşanların, belirli bir yurtta oturanların kendi ülkelerini oluşturma ‘hakkına’ sahip midirler diye sorulursa kuşkusuz yanıtımız olumsuz olacaktır. Bu kategoriler diğerleriyle ayrım içinde insani bir topluluğun ya da varoluşun tanımının kaynağı veya gerekçesini oluşturmamaktadırlar. Ulus kavramının önemi böyle bir ayrımı yaratıp haklı kılarak meşrulaştırmasındadır. Ulusal köken bu yüzden ırk, kavim veya ortak bir dilin bir başka adı değildir; tüm bu özellikleri bir insan kümesi içinde bireştirmenin adı değildir. Bu özellikleri, ve genelde yalnızca birini, başkalarından farklı siyasal ve ülkesel hukuk elde etme ve siyasal ayrım yaratmak için dönüştürmeye yarayan mecazi, keyfi ve siyasal bir bayraktır.

Yalnızca ulus değil, Stalin tarzı sınıflandımalar da tarihin ürünüdürler. Stalin’in yazısında onun listesinin gerçekte tarihin farklı uğraklarında çeşitli toplumsal hareketler tarafından ve genelikle de birbirleriyle karşıtlık içinde ortaya atılmış ulusal belirlenimler ve özelliklerin bir toplamı olduğu gerçeği bütünüyle unutulmuştur. Tarihsel olarak ulusu ortak dil yoluyla tanımlayan ve ortak dili olan insanlardan ulus oluşturmayı istemiş olan hareketler kendilerini ortak yurda göre ya da özellikle ulusu ekonomik bir varoluş olarak gören hareketlerle karşı karşıya bulmuşlardır. Bunlar, gerçek tarihsel süreç içinde pratikleriyle mevcut ulusları oluşturup onları koruyan farklı milliyetçilerin ve çeşitli toplumların başka başka bölümlerinin bayraklarıdırlar. Bu süreç ve bu pratik hiçbir yerde bitmiş değil ve bitmeyecektir. Bu süreç sürekli olarak devam etmekte, eski ulusları yeniden üretmekte, yeni ulusların ortaya çıkması için çabalamakta, asalet, üstünlük ve ulusal hukuk ile ilgili farklı yorumları karşı karşıya oturtmakta ve insanların kafasına sokmaktadır.

Stalin’in ölçütleri farklı millietçiliklerin siyasal ve toplumsal çekişmelerin bayrağıdırlar ve halen de öyleler. Örnek olarak, Fransız Devrimi Fransız insanını ‘Fransız Ulusunun üyesini’ tanımlarken kesinlikle kavim, ulusal karakter hatta Fransızca konuşma ölçütlerini temel almadı. Biricik ölçüt Fransız yurttaşlık görev ve haklarının kabulüydü. Fransızca eşdeğeriyle ülkenin resmi diliyle konuşmak her Fransızın ve Fransız ulusu üyesinin ana dilinden bağımsız olarak daha sonra uyması gereken bir kuraldı. Ulusallığa dil ve kavime sonra da soy ve sopa dayandırmak Fransız Devrimi türünden ulus yaratmanın karşısında yeralmaktadır. Alman ulusunu yurt veye dile göre tanımlamak Alman milliyetçiliği içindeki farkı yönelimleri dile getiriyor. Farklı kümeleri Alman ulusu olarak tanımaktadır. Ulusun tanımında ekonomik belirlenimlere vurgu yapmak da, kavim, dil ve ırkı gözardı ederek, ulusal bir burjuva ekonomisinin temeli olup üniter devletin yerleşmesi ve kapitalizmin gelişmesinin taşıyıcısı olabilmiş ulusları resmen tanıyan milliyetçi liberal hareketin bayrağı olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından yirminci yüzyılın ortasına dek pratikte en etkili milliyetçi hareket olan bu okula göre, ortak dil, ortak kavim, tarih ve ulusal kimlik fazla bir rol oynamamaktadır. Amaç, tam da farklı kavim, ırk ve dillerden insanları kapitalizimin gelişimi ve sermaye birikiminin siyasal ve yöntesel çerçevesi olabilecek yeterli büyüklükteki ulusal ve ülkesel kümelerde kaynaştırabilmekti. Kavimsel milliyetçiliğe, bir başka deyişle ortak dilde ayak direyen milliyetçiliğe, karşın liberal milliyetçilik farklı kavimlerin birleştiricisi ve kaynaştırıcısı olmuştur.

Aynı biçimde milliyetçiliğin diğer kollarının sloganlarına ve pratiklerine bakılabilir. Batı Avrupa’da milliyetçiliğin sorunları, pratikleri ve rotası Doğu ve Güney Avrupadakinden farklı olmuştur. Bu yüzyılın ikinci yarısında ülkelerinin yeinden yapılanması ve modernizasyonu amacıyla geri kalmış ve eski sömürge ülkelerde ortaya çıkan anti-sömürgeci milliyetçilik ile özellikle son yirmi yılda kimi islamzede ülkelerde çıkış yapan gerici, gelenekçi anti-emperyalist ve küçük burjuva milliyetçiliğin her biri belirli bir erek peşindeler ve ‘kendi uluslarının’ kimliğini tanımlamakta farklı ölçütler kullanmaktadırlar. Bu ölçütleri savunan tarihsel hareketlerden koparmak ve listede toplamak ve en kötüsü bunları ulusların tarihsel olarak evrimleşmiş ve kesinlik kazanmış özellikleri olarak birleştirmek tarihe ve toplumun tarihsel çözümlenişine ilişkin bütün ciddi kavramlara sırtını dönmektir.

Ulus ve Komünist Pratik:

Ulusun ‘ulus yaratma’ tarihsel sürecinin ürünü olduğunu kabul edersek bu sürecin, içinde sınıflar ve bunların siyasal güçleri, ülküleri, politikaları ve toplumsal erekleri temelinde katıldıkları pratik bir gidiş olduğu, ulus ve görünürde nesnel özelliklerinin gerçekte son iki yüzyıldaki farklı ulusal hareketlerin sloganlarının maddileşmeleri ve bayraklarının dalgalanmaları olduğunu kabul edersek ulusların ortaya çıkış ve gelişme seyri tarihi içinde işçi ve işçi komünizminin dışardan gözlemci olmadıklarını kavramak güç olmaz. Bunlar, ulusların haklarını iade edecek yargıçlar değildirler. Ulus, ulus yaratma ve dünyadaki ulusal kimliklerin korunması bizi de kapsayan ve bizim de pratiğimizden etkilenen bir süreçtir. Ulusların ortaya çıkışları tarihi yalnızca milliyetçilike milliyetçilerin tarihi değil, enternasyonalizmin de tarihidir. Farklı düzeylerde de sınıf savaşımının tarihidir.

Bu yargıyı benimsemek ulus ve ulusal mücadeleyle ilgili komünist konumun tartışmasını temelden başka bir düzleme taşımaktadır. Bizim işçi ve komünist pratiğimiz ulsuların oluşum sürecinde etkiliyse, komünizm ile milliyetçiliğin karşı karşıya gelişleri komünizmin özel bir ulusal iddialar ve ulusal hak istemlerini doğrudan büyüteç altına koyup eleştirme hakkına sahiptirler ve bununla görevlidirler. Milliyetçiliğin uluslar üzerinde etkisizleştirilmesi ilkesi, insanlar arasındaki ulusal sınırların kaldırılması, ulusal kimliklerin güçsüzleştirilmesi ve yeni sınırlar ve ulusal ayrılıkların önlenmesi temelindeki daha geniş kapsamlı enternasyonalist ilkeye dönüşür. Milliyetçiliğe karşı savunma savaşı yerini enternasyonalizmin saldırı ve eleştiri savaşımına bırakır. Komünistler nerede hangi tarihsel sınırlar içinde ve hangi belirli koşullarda ulusal bir kimliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesini tanıdıklarını açıklığa kavuşturmalıdırlar. Bütün ulusal hak isteyenleri otomatik olarak komünistlerin müvekkili yapacak genel bir formül olmayacaktır.

Ulusal sorunla ilgili komünistlerin tartışmalarında anahtar bir yaklaşım ulusal baskıyla ilgilidir. Baskıcı ulusun milliyetçiliğine veya ulus ve milliyetçilik adına kendini meşru gösteren sınıfsal baskıya karşı gelmek komünist olarak nitelenen hareketin değişmez varsayımıdır. Ancak, ulus kavramının eleştirel ve tarihsel kavrayışı yalnızca milliyetçiliğe karşı değil ayrıca genel olarak ulusal kimlik ve kendini tanımaya karşı işçi komünizminin pratik görevlerinin kavranışı gerek baskın gerek baskı altındaki ulusun içinde milliyetçiliğin etkisine karşı savaşımda işçi komünizmine yeni kapılar açmaktadır. Ulusal kimlik halk topluluklarının nesnel bir özelliği olarak kavrandıkça işçiler ve komünistler milliyetçiliğe yönelttikleri eleştirileri genel olarak ulusal kimliğe yöneltmedikleri sürece ulusal özelliklerin ve dolayısıyla insanların ulusal bağnazlıkları ve yükümlülüklerinin yeniden üretilmesi yeniden yaratılmasındaki milliyetçilik işçi komünizminin pratik ve kuramsal eleştiri kılıcından kurtulacaktır. Milliyetçilik yalnızca siyasal ve örgütsel yüzüyle görülmektedir. Oysa ki bu, sözkonusu toplumsal hareketin varoluşu ve siyasal pratiğinin yalnızca küçük bir parçasıdır. Milliyetçilik olgusunu varolan tüm toplumlarda ilerleten çeşitli ve karmaşık kurumların milliyetçiliği güçlendirme ve yeniden üretmesindeki felsefi, kültürel, sanatsal, eğitsel, yönetsel ve hatta ‘bilimsel’ boyutlar görülmemekte ve saldırıya uğramamaktadır. Ulusal baskı ulusal kimliğin kaçınılmaz uzantısıdır; yoksa yalnızca, milliyetçiliğin veya şovenizimin özel ve abartılmış biçimleri değildir. Ulusal baskıyla savaşım kaçınılmaz olarak bu ilişkinin her iki ucundaki ulusal kimliklere karşı koymaktan ayrı değildir.

Bir sonraki bölümde daha belirgin biçimde bu tartışmadan çıkarılacak olan siyasal sonuçlara değineceğim. Partinin ulusal sorunla ilgili programının yorumunu ilgilendiriği kadarıyla bizim gereksinimimiz bence ‘uluslar ve hakları’ sorununu bir yana bırakıp ulusal baskı ve milliyetçiliğe karşı enternasyonalist saldırıyı temel alan bir yorumdur. Komünistlerin baskı altındaki ‘ulusları’ savunmalarına bizim hareketimizin enternasyonalist özelliğinin gerektirdiği taktik ve şartlı yönü kazandıran ve buna karşılık komünizmin milliyetçilik ve ulusal kimlik ve kökene temel karşıtlığını ihlal edilemeyecek bir ilke olarak benimseyen bir yorumdur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ENTERNASYONALİZM VE ULUSAL SORUN

Önceki bölümlerde şu noktaların altını çizdik: Ulus ve ulusal sorunla ilgili komünist programlarda yeralmış kavramlar ve formülasyonlar sorunu çözmedikleri gibi ciddi biçimde yanıltıcı ve ortalığı bulandırıcırıdırlar. ‘Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ genelleştirelebilecek komünist bir ilke ve zorunlu olarak özgürlükçü olmadığı gibi sözcüğün tam anlamıyla hurafe ve kavranılmazdır. Bu formüldeki temel kavram, ulus kavramı, temelde keyfi ideolojik ve söylen doludur. Ulus ve ulusal sorunla ilgili komünist konumun saydamlığının koşulu birinci derecede kendimizi bu formülden kurtarmaktır.

Kuramsal düzeyde bu formülün temel güçlüğü şudur: Birinci olarak ulusu geçerli ve somut bir kategori olarak varsayar. Ulusal kimliği insanların nesnel bir özelliği olarak kabul eder. İkincisi sorunu bu varlığın (ulusun) görünürde doğal ve özsel haklarının tanınması ya da iade edilmesi biçiminde yorumlar. ‘Ulusların kaderlerini tayin hakkı’ böylece yanlış bir biçimde yadsınamaz ve evrensel insani ve özgürlükçü bir ilkenin düzeyine yükseltilmiş olur. Bu formül ile yetişmiş olan herhangi bir komünistin ilk anlayışı ulusların kaderini tayin hakkının başka bir deyişle farklı ‘ulusların’ bağımsız devletler kurma hakkı, kadın erkek eşitliği, ifade, örgütlenme ve grev özgürlüğü veya boşanma hakkı gibi geçerli bir ilke olduğudur. Bu, milliyetçiliğin önemli bir düşünsel ilerleyişin göstergesi olan temel bir yanlış yorumdur. Pratik düzeyde bu formülün sorunu şudur: Birincisi bütün çaba ve çalışmalara karşın çağdaş toplumun farklı dönemlerinde bu ‘hakkın’ sahiplerini tanıtabilecek kullanılabilir bir ulus tanımı yapabilmiş değildir. İkincisi, bu formülü savunan hiçbir hareket veya okul, ister sosyalist olsun ister milliyetçi, bu tartışmayı pratik mantıksal sonucuna kadar ilerletip kendi yaptığı ulus tanımına göre tüm ulusların devlet sahibi olmalarını savunmaya yanaşmamıştır. Kaderini tayin hakkının savunucularının edebiyatı çeşitli bahanelerle sayısız ‘ulusun’ bu ‘hakkın’ kapsamının dışında tutan fıkralarla ve gerekçelerle doludur.

Ulusal sorunla ilgili komünist program bu milliyetçi yorumun tutsaklığından kendini kurtarmalı ve doğrudan, saçmalamadan ve ortalığı bulandırmadan sorunla, gerçekten olduğu gibi ilgilenmelidir. Komünist program herşeyden önce sorunu doğru biçimde ortaya koymalıdır. Niçin ulus, milliyetçilik ve ulusal sorunla ilgilendiğine ve neye yanıt vermek istediğini açıkça dile getirmelidir. Program yorumunda gerçek ve tanımlanabilir ve maddi dünyada ayırtedilebilir karşılğı olan kavram ve kategorilere dayanmalıdır. Program tartışma konusu sorunla ilgili çıkarımlarının ne denli ilkesel ve evrensel ve nereye kadar siyasal ve belirli zaman ile mekana bağlı olduğunu açıklığa kavuşturmalıdır.

İlkelerden Stratejiye Kadar:

Komünist edebiyattaki ulus ve ulusal sorunla ilgili tartışmaların büyük bölümü bir yandan düşünsel ilkeler öte yandan taktik ve stratejik önceliklerin bir karışımıdır. Çeşitli yapıtlarda bunlar gerekli özenle birbirinden ayrılmış değildirler. Ne var ki, bu ayrım yaşamsaldır. Ulus, milliyetçilik, ulusal sorun, ayrılma hakkı vb. ilgili çeşitli Marksist savlardan -bu savlar kimi zaman açıkça birbirleriyle mantıksal olarak çelişmektedirler- hangilerinin ihlal edilemez ve komünist ve proleter ilkeler, hangilerinin hareketin dönemsel taktik ve savaşım önceliklerinin yansıması olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir.

Marksizm ve işçi komünizmi için ulus ve ulusal sorunla ilgili birkaç temel düşünsel ilke bulunmaktadır. Bunlar, evrensel ve ihlal edilemezdirler. Zamandan, mekandan, tarihsel dönemden, toplumun ve sınıfsal hareketin evrimsel aşamasından bütünüyle bağımsızdırlar. Bunları sıralayacak olursak:

  1. İşçilerin vatanı yoktur. Milliyeçilik ile işçi enternasyonalizmi mutlak ve açık karşıtlık içerisindedirler. Birbirleriyle bağdaşamazlar ve uzlaşamazlar. Milliyetçilik işçi sınıfının sınıfsal ve enternasyonalist özbilinçlenmesini engelleyen burjuva ideolojisidir.
  2. Komünizm ulusal sınırlar ve ulusal kimliğin ortadan kaldırılması için çalışır. Komünist toplum insanların ulusal ve ülkesel ayrımından yoksundur.
  3. Ulusal baskı insanların farklı uluslara bağlı olduklarından dolayı ayrımcılığa tabi kalmaları sınıfsal toplumdaki insanların eşitsizliğinin önemli biçim ve görünümlerindendir ve ortadan kaldırılmalıdır. Ulusal baskının yokedilmesi ve bütün insanların ulusal kimliklerinden bağımsız olarak eşit olduklarının güvenceye alınması işçi sınıfının komünist hareketinin doğrudan ereklerinden biridir.

Tüm bu ilkelerin altı çizilerek komünist programda yeralması gerektiği açıktır. Bunlar, ulus, milliyetçilik ve ulusal baskıyla ilgili komünist konumun temellerini oluştururlar.

Daha ilk bakışta ayrılma hakkı yargısının veya sözümona ulusların kaderini tayin hakkının komünizm için bu ilkesel yargıların düzeyinde olmadığı açıkça görülmektedir. Yalnızca bununla kalmayıp bu ilkeleri yadsımaktadır. Burada sözkonusu olan yeni bir ulusal sınır çizme ve yeni bir ülkesel ayrım getirmektir. İşçi komünizmi ve enternasyonalizminin temel bir ilke olarak tüm yönleriyle imha etmek istediği bir ayrım ve sınır çizme. Bununla birlikte niçin komünistler ayrılma hakkının tanınmasından ve bazen şu ya da bu özel koşullarda siyasal istenilebilirliğinden sözediyorlar? Bu konum o ilkelerle nasıl bağdaştırılmaktadır?

Yanıt şu: Komünistler için ayrılma hakkı, kuramsal bir ilke değil siyasal bir araçtır. Marksist bakıştaki koşulları ve sınırlamalarını aşağıdaki tartışacağımız ayrılma hakkının tanınması ilkelerden kaynaklanmamaktadır. Bunlar siyaset alanının zorunluluklarıdır. Çağdaş kapitalizmin belirli durum ve koşullarında işçi devrimi stratejisini ilerletmenin dayanaklarından biridir.

Ayrıca pratik ve siyasal savaşım alanında hemen ve dolayımsız biçimde kaderin tayin hakkı kategorisine ulaşıyor değiliz. Fiilen ülkeler ve uluslara bölünmüş bir dünyada Marksizmin pratik ve taktik bir ilkesi büyük ülke kalıplarını küçüklere tercih etmek ve daha büyük ülkelerin daha küçük öğelere kavimsel olsun veya olmasın ayrışmasına ve parçalanmasına muhalefet etmektir. Başka bir deyişle ‘ayrılma hakkı’ taktik alanın kendisinde bile daha genel ve daha temel ilkelerle karşıtlık içine girmektedir. Tüm bunların anlamı şudur: Ulusların kaderlerini tayin hakkı daha doğru bir deyişle ulusların ayrılma ve bağımsız ülkeler kurma hakkı Marksist ilkelerden çıkarsanmadığı ve bu ilkelerin de bir parçası olmadığı gibi bu ilkelere bir istisna teşkil etmektedir ve komünistleri genel kuramsal ilkelerinden ve siyasal ilkelerinden geri çekilmeye zorlayan somut siyasal ve toplumsal koşulların sonucudur. Komünist bir ilke olarak kaderini tayin hakkını sorununu yadsımak ve onu şartlı biçimde taktik bir zorunluluk olarak kabul etmek bence ilkesel komünist bir konumun hareket noktasıdır. Öyleyse, Marksist bakış ve programda kaderini tayin etme hakkının konumu tartışması bunu Marksizmin pozitif bir ilkesi olarak kabul eden yaygın bakışa karşın bu hakkın savunmasını hatta kimi zaman tavsiyesini gerektiren koşullar sınırlamalar ve istisnai durumların hangi noktalar olduğu üzerinde yoğunlaşması gerekir.

Daha sonraları II. Enternasyonal’de özellikle de I. Dünya Savaşıyla ilgili milliyetçiliği kendi sosyalizmlerinin temeline dahil eden eğilimler veya uluslar ve halkları sınıflar yanın da kendinde öznellikler düzeyine yükselten Stalin sonrası Rus komünizmi bir yana, ulusal sorunla ilgili tüm Marksist gelenek, kaderini tayin hakkı sorununa kuramsal bir ilke değil, sosyalist hareketin pratik stratejisinde siyasal bir yöntem olarak bakmaktadır. Marks’ın ya da Lenin’in kendi yaklaşım yöntemlerinde bulabileceğimiz tüm tonlamalar, belirsizlikler ve bulanıklıklara rağmen milliyetçilik ile enternasyonalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarının düşünsel bir ilke olduğu, oysa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasının hareketin pratik stratejisinin bir kilometre taşı olduğu, ikisinin de yaklaşımında kuşku götürmez bir gerçektir.

Bizim formülümüz yöntem bakımından bütünüyle bu gelenek içindedir; fakat gerek Marks’ın gerek Lenin’in kendi dönemlerinde gözönünde bulundurduklarından daha dar bir kapsamı ve pratik işlerliği vardır. Bunun nedeni şunlardır: Birincisi dünyanın ulusal çehresi ve ulus ile ulus yaratmanın konumu Marks döneminde Lenin dönemiyle ve ikisinin bizim dönemimizle aralarında fark vardır. İkincisi, milliyetçiliğin konumu ve tarihsel süreçteki yeri her dönemde büyük ölçüde farklıdır. Üçüncüsü, sosyalizm ile milliyetçiliğin karşılıklı ilişkisi güç dengeleri ve bugünkü toplum alanında karşılaşma biçimleri şiddetle farklıdır. Günümüzün taktik gerekleri önceki iki dönemden ciddi farklılıklar göstermektedir. Dördüncüsü bence en son olmamızın talihiyle, biz komünist konumu daha dakik ve daha zarif kılacak kavram ve yorumları tartışmaya katma olanağına sahibiz ve bu birtakım bulanıklıkları giderebilir. Belirgin biçimde bizim bu formülün kapsamını tanımlama yöntemimiz gerek Marks’ın gerek Lenin’in yönteminden farklıdır.

Tarihsel Açı

Marks milliyetçilik döneminin başlangıcında yaşıyordu. Ancak bu, günümüzün milliyetçiliği veya Lenin dönemi milliyetçiliği değildi. O dönem milliyetçiliğinin temel ekseni kavimsel olmadığı gibi çeşitli kavimleri ulusal birlikler çerçevesinde birleştirmek içeriğini oluşturuyordu. Marks dönemindeki ulus ve ülke yaratma süreci bütün uluslar ya da kavimlerin ülke sahibi olmaları değil Avrupa’da dayanıklı ulusal kapitalist ekonomilerin oluşması ve köhne düzenin yıkılması süreciydi. Marks’ın ve Engels’in ‘ulusallık ilkesini’ ve daha sonraları yaygınlaşan deyimle ‘kaderin tayin hakkını tüm ulusların’ hakkı olarak kabul ettikleri kimi belgeler bulunmaktadır. Ancak Marks ve Engels’in daha belirgin konumları ‘ulus’ ile ‘ulusallığı’ ve ‘tarihsel’ uluslarla ‘tarihsel olmayan’ ulusları birbirinden ayırmalarıdır. Tarihsel uluslarla kastedilen endüstüryel kapitalist toplumların artarda ortaya çıkışları sürecinin somut koşulları gereği kendi ülkelerini oluşturma gerçek olanağına sahip olanlardır. Marks ve Engels’in konumlarının kapsamı işin gerçeğinde ‘bütün uluslardan’ daha dardır. Sözkonusu olan Avrupa’daki dayanıklı kapitalist ulusal ülkesel yapıların oluşumu ve sürmesidir, dünyadaki tüm ulusal kavimsel sentezlerin kendi ülkelerini kurma hakkı değil. Marks ve Engels bağımsız ülke oluşturma temeli olarak ulusal kavimsel kökenleri açıkça yadsıyorlar. Marks’ın daha küçük ve daha tali ve ‘tarihi olmayan’ İrlanda ve Polonya gibi ulusların bağımsızlığını desteklediği ender durumlarda bu konumlanışın işçi sınıfının sosyalist hareketinin ilerlemesi açısından siyasal özelliği açıkça ortada olmuştur. Polonya’nın bağımsızlığı Çarlık gericiliğine darbe indirmektedir ve İrlanda’nın bağımsızlığı Britanya’nın büyük toprak sahiplerini zayıf halkasından vurmakta ve İngiltere işçi sınıfıyla Amerika işçi sınıfı arasındaki ayrılığın tarihsel biretmenini yoketmektedir.

Lenin’in dönemi başkadır. O, ulusların ayrılma hakkından sözederken temelde Çarlık imparatorluğundaki ve sömürgelerdeki baskı altında yaşayan ulusları ve emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkeleri gözönünde bulundurmaktadır. Lenin küçük ulusların dünya burjuvazisinin gücüne darbe indiren, sömürge karşıtı savaşların olumlu rolleriyle ilgilenmektedir. Burada da başka bir anlamda dünya ölçeğinde ekonomik ilişkilerin dönüşümü ve kapitalizmin büyümesi doğrultusunda gerici ve köhne bir düzen üzerinde nesnel bir ulus yaratma süreciyle karşı karşıyayızdır. Yalnızca proletarya ve işçi hareketinin karşısında değil aynı zamanda sömürgecilik, siyasal gericilik ve feodalizm karşısında anlam bulan bir milliyetçilikle karşı karşıyayız. Lenin’in dikkati bu hareketin siyasal gücü ve işçi sınıfının sosyalist hareketiyle karşılaşma yöntemi ve biçimi üzerindedir. Kaderini tayin hakkı sorunu Lenin için bu siyasal çerçeve içinde anlam kazanmaktadır. Lenin de bu hakkın kapsamını sınırlamaktadır. Lenin’inyorumuyla kaderini tayin hakkı formülü Marks ve Engels’inkinden daha geneldir. Ancak pratik açısından ‘ayrılma hakkı’ ve ‘ayrılma hakkının doğruluğu’ arasında yaptığı ayrımla pratikte komünist hareketin ulusların ayrılmasını savunması az sayıda durumla sınırlanmaktadır. Ayrılmanın istenirliği veya ayrılmayı tavsiye etme ya da etmeme arasında seçim yapmak Lenin’in formülasyonynda bütünüyle somut koşulların çözümlenmesine bağlanmıştır.

Bizim dönemimiz bütünüyle farklıdır. Doğu Bloğunun dağılmasından önce dünya çapında ya da bölgesel düzeyde hiçbir yaygın veya belirleyici ulus yaratma süreci sözkonusu değildi. Varolan tek tük durumlar çağdaş dünyanın biçimlenişini en fazla önemsiz ayrıntılar düzeyinde etkileyebiliyordu. Bundan daha önemlisi özel ekonomik bir içerikten yoksundular. Ulusal hareketlerin ilgilendiği dönüşümler temelde siyasal ve kültüreldi. Bu hareketlerin kaynağı Marks ve Lenin dönemindeki gibi dünya politik ekonomisinin dönüşümleri değil temelde ulusal ve kültürel baskı veya egemenlik üzerindeki milliyetçi düşmanlıklardı. Dünya politik ekonomisi ve ekonomik ve siyasal kutuplaşmaları bu çekişmelerden en ufak biçimde etkilenmiyorlardı. Bu dönemde temelde kaderini tayin hakkı tartışmasının alanına girmiş olan durumlar farklı derecelerde kendi bölgelerinde kapitalist ekonominin olağan seyrini engelleyen veya bölgesel ya da dünya çapında siyasal istikrarsızlık ve gerilime neden olan Filistin Sorunu, Kürt Sorunu, İrlanda Sorunu, vb. gibi birkaç çözülmemiş ulusal sorundu. Bu sorunlar kimi zaman batı ve doğunun daha geniş bir savaşım alanına dönüşmüşlerdi. Bundan dolayı ulusal çekişmelerden daha karışık bir içerik kazanmışlardı.

Doğu Bloğunun yıkılması ekonmik anlamda bile belirleyici bir içeriği olan yeni bir ulus yaratma sürecini başlatıyor. Piyasa kapitalizmi endüstriyel ve yarı endüstriyel dünyanın büyük bir bölümünde önceki siyasal düzenin bütün yapılarının yıkıntıları üzerinde ve egemenlik için kabul edilmiş ideolojik bir çerçevenin yokluğunda çıkmaza girmiş devlet kapitalizmi modelinin yerini almak üzeredir. Temelde kavimsel olan bir çeşit milliyetçilik egemenliğin ideolojik yapısını oluşturan materyali ve parçalanmış imparatorluğun parçaları üzerinde yeni burjuva devletlerin siyasal meşruiyetlerini kazanmak için sahneye itilmektedir. Hergün yeni bir ulusal sorun yaratılmaktadır. Kaderini tayin hakkı tartışması geniş ölçekte birinci konuma yerleştiriliyor. İşin ilginç yanı yeni ulusal sorunları ortaya çıkaran aynı sürecin eski ulusal sorunların çözülmesini olası kılmasıdır.

Bu koşullar diğer dönemlerden yerden göğe kadar farklıdır. Bütün sorun büyük bir toplumsal siyasal ve kültürel gericilik temelinde cereyan etmektedir. Kavimsel milliyetçilik en kokuşmuş ve soysuz biçimde ulusal sorunun bayraktarıdır. Marks ve Lenin’in döneminin tersine bugünkü ulus yaratma ve perdahlamadaki kimliklerin tarihin olumlu hiçbir yöndeki maddi ilerleyişi ile en ufak bir ilgisi yoktur. Bu milliyetçiliğin sivri ucu doğrudan doğruya işçiye ve komünizme hatta reform ve liberalizme yöneliktir. Lenin’in sömürgelerin bağımsızlığıyla ilgili formülünün ve Marks’ın ondokuzuncu yüzyıl burjuva ulus yartamacılığına ilişkin formülünün basit bir yenilenmesi bugünkü soruların yanıtı değildir. Günümüzün işçisi ve komünisti bugünkü ulusal sorunun yanıtını olduğu gibi vermelidir. Bu çaba içinde bence geçmiş dönemlere kadar genişletilebilen ve Marks ile Lenin’in yaklaşımlarının devrimci özünü daha saydam biçimde gösterebilen bir yoruma varılabilir.

Ulustan “Ulusal Soruna”:

Bir ulusun varoluşunun özü ya da bir ulusun varolduğunu varsaymak hiçbir egemenlik hakkının temeli değildir. Her ulusun hangi tanıma göre olursa olsun, ‘kendi’ ülkesini oluşturma hakkına sahip olduğu iddiasının ne bilimsel ne hukuksal ne de tarihsel bir temeli yoktur. Marks ve Lenin’in soruna ilişkin böylesi pratik bir betimlemeye sahip olmadıkları gibi, gerçek dünyada ve farklı ulus veya kavimlerin ekonomik, siyasal ve kültürel birliklerinin temelinde, ‘bütün ulusların’ kendi ülkelerini kurmak ardında olmadıkları, ve dünyanın ister mecazi ister gerçek ulusların sayısında büyüklü küçüklü ülkelerle dolu bir sepete dönüşmeyeceği varsayımına dayanıyorlardı. Bu güven kimi zaman ölçütleri ve ulusların hakkı çemberinin kapsamını bilimsel olarak daha kesin belirlemelerini ve ulus kavramının hukuksal eleştirisine daha ciddi biçimde girmelerini önlemiştir.

Ulusal baskının varolması da kendinde (özsel olarak) ayrılma ve bağımsız ülke kurma hakkını tanımanın bir dayanağı değildir. Ulusal baskıya komünist yanıt ulusal baskının kaldırılması için mücadeledir. Bu, işçi sınıfı hareketi ve bütün eşitlikçi hareketlerin varolan toplumların %99’unda azınlık uluslara yapılan baskılar karşısında izledikleri yöntemlerdir. Komünizmin son yanıtı da kapitalizmin sömürünün ve genel olarak sınıfsal ayrımın sona erdirilmesi yoluyla ulusal baskıyı bütünüyle ortadan kaldırmaktır.

Kaderini tayin hakkını veya ayrılma hakkını tanımak, ulusal köken ve kuruntuların baskının varolduğu durumlarda bile siyasal bir kaldıraç veya taktik bir slogan değildir; “ulusal soruna” yanıt vermek için araçtır. Bir ulusun ve baskının varlığı kendi kendine ulusal sorunun varlığıyla özdeş değildir. Bu, tartışmamızın temel bir kavramıdır. Böyle bir kimlik olmaksızın ulusal sorunun olamayacağı doğaldır. Aynı biçimde ulusal baskı veya bunun tasavvuru ya da en azından ulusal rekabet olmaksızın böyle bir sorun varolmayacaktır. Bunlar, toplumda bu sorunun ortaya çıkmasının zorunlu nedenleridir fakat yeter nedenleri değildir. Bu kimlikle karşı karşıya geldiklerinde çekişmeler rekabetler ve düşmanlıklar belirli bir yoğunluk ve yeğinlik kazandıklarında, bir geçmişe ve tarihe sahip olduklarında ve onu toplumun merkezi sorunlarından biri durumuna getirecek duyarlılığı toplumda yarattıkları zaman, halkın geniş kitlelerinin ve toplumun ekonomik ve siyasal yaşamı açısından yanıt bekleyen bir soruna dönüştüğünde ulusal sorunun varlığından sözedebiliriz. Ayrılma hakkını tanıma bu gibi koşullarda işçi sınıfının elinin altında bulunan sağaltıcı yöntemlerden biridir; toplumsal bir cerrahidir. Ancak, temelde böyle bir çözüm yolunun sözkonusu olması için öncelikle bir sorunun ortaya çıkmış olması gerekmektedir. Geçmiş yüzelli yılın tanıklığının gösterdiği gibi komünistler için çoğunlukla “tavsiye edilmez olan” böyle bir tedaviyi olabilecekler listesine alabilmek için bir derdin olması gerekir.

Daha dakik baktığımızda ayrılma hakkıyla ilgili olduğu kadarıyla Marks ve Lenin de ulusal çeşitliliğin veya sayısız baskı durumlarının bütününü değil kendi çağdaş dünyalarındaki açık ‘ulusal sorunları’ gözönünde tuttuklarını görüyoruz. Onların formülasyonlarını da bu çerçevede görmeli ve yargılamalıyız.

Komünist program ulusların gönüllerini alma belgesi değildir. İşçi sınıfının her ülkeyi ulusların bağımsız cumhuriyetlerine bölmek için ayaklanması sözkonusu değildir. İşçi sınıfı açısından ulusal baskıyla ilgili her şikayet veya itiraz ivedilikle ayrılma referandumuyla yanıtlanmaz. İşçinin zaferi milliyetçiliğn bayramı değildir. İşçi sınıfı ve komünist program ulusal baskıya son vermekle yükümlüdür ve halk kitlelerinin yaşamlarında gerçek sorunlara dönüşmüş ulusal çekişmelere çözüm bulmalıdır. Bu çözüm yolu ayrımcılığa maruz kalan alttaki ulusun ayrılma hakkının tanınması olabilir.

İran konusunda belirgin biçimde Kürt sorunu açıkça ortadadır. Lor sorunu veya Azeri sorunu veya bu ya da şu uğrakta dikeltilebilecek başka bir ulusal kimlik sorunu bugün Kürt sorunu düzeyinde İran’da veya bölgede sözkonusu değildir. Biz ‘çokuluslu’ İran ülkesinde ‘kendi kaderine tayine’ dayalı bir formüle sahip değiliz. Kürt sorunuyla ilgili açık bir sloganımız vardır: Kürdistan halkının ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkının tanınması.

Ayrılma hakkının gündemde olmasının bir belirtisi olarak ulusal sorunun varlığını koşul koymakla birlikte önemli kuramsal güçlükler ve seçmecilikler giderilmiş olur. Birincisi, öznel ve keyfi ulus tanımı alanını öne sürmek ve daha sonra bunları büyük küçük, geçerli, geçersiz, tarihsel tarihsel olmayan, selahiyetli selahiyetsiz olarak bölmek yerine nesnel ve gözlemlenebilir ‘ulusal sorunun’ varlığı veya yokluğu, olayı çözümlemenin temelinde yeralır. Biz artık milliyetçiliğin rengarenk tanımlarını kabul etmekle yükümlü değiliz. Ulusal kimlikleri onaylamakla yaratılmaları ve sürdürülmelerini sağlamakla yükümlü değiliz. Ulusal saygınlıkların red veya kabulu tartışmalarına ya da çekişme ve gerilimlerin tarihsel suçlularını bulma tartışmasına girmekle yükümlü değiliz. Milliyetçiliği ve yandaşlarını iyi ve kötü, ilerici veya gerici vb. olarak bölümlemekle yükümlü değiliz. Biz insanların çevresinde ciddi biçimde kutuplaştıkları ve yanıtını bekledikleri bir ulusal sorunun nesnel varlığını tanıtlamakla yükümlüyüz. Bunun kendisi ayrılma hakkı ve buna aday ulusların kapsamını belirleyip sınırlamaktadır. Bizi her durumda milliyetçi kavram ve tanımlara dayalı özenl ölçütler uydurmaktan kurtarmaktadır. Ayrılma hakkının kapsamı azami olarak toplumdaki ve her uğraktaki gerçek ulusal sorunların sayısı kadardır. Aktüel veya virtüel ulusların sayısı ya da azınlık uluslara karşı baskı durumlarının sayısı kadar değildir. İkincisi, bu yorum ayrılma hakkının tanınması sorununa bu ayrılıkların gerçekte enternasyonalist işçi sınıfına aynı olumsuzluğu yükleyecektir. Ayrılma hakkının verilmesi ulusların kaybedilmiş haklarının iadesi değildir. İnsan toplumu içinde yeni bir ayrılmanın kabulü ve ulusal ve kavimsel kökenler üzerinde birçok insan arasında ortak bir yaşamın başarılamadığı acı gerçeğine teslim olmaktır. Ayrılma hakkının tanınması bir komünist açısından işçi enternasyonalizmiyle ‘raslantısal olarak’ az bir ‘çelişki’ içinde olan kutsal’ ve ‘kurtarıcı’ bir ilkenin gerçekleşmesi değil, gerçek dünyada işçi enternasyonalizminin tersine ortaya çıkan acı gerçeğe boyun eğmektir. Şimdi açıkça ve hiç beklemeksizin ulusların ediplerinin ve şairlerinin yanıtını verebiliriz, niçin işçi ve komünist olarak ayrılma hakkını sınırlı işlerliği olan bir hak olarak bildiğimizi ve bu hakkı tanıdığımız yerlerde bile niçin ayrılığı tavsiye etmediğimizi açıklayabiliriz. Üçüncüsü, bu yorum çeşitli ekonomik ve siyasal içerikler ve farklı tarihsel özellikleri olan ulusal sorunları yanıtlamak için elimizi açık bırakmaktadır. Artık toplum bazında sözkonusu olan ulusal sorunlarla karşılaşırken tartışma konusu ulusların asalet ve selahiyetleri ulusal baskının olup olmadığı veya boyutları ve insanın tarihi seyrinde sorunun giderilmesi rolü kousunda ahlaki yargı bildirmek ya da belirli bir tarihsel hüküm vermekle yükümlü değiliz. İstemeden bir milliyetçiliğe karşı ötekinin yanında yeralmayız bile. Niyetimiz ulusal sorunun çözümü ve ayrışmanın her iki ucundaki toplumları ve işçi sınıfını olumsuz yan etkilerinden kurtarmaktır. Şu ya da bu ulusun haklarını aramak değildir. En saçma, en içeriksiz ve en boş ulusal çekişme ve çelişkiler bile gerçekten toplumu kutuplaştırmışsa komünistlerden açık bir yanıt alabilirler. Bu yön özellikle çağımızda sürmekte olan gerici ve yozlaşmış ulus uydurma süreci ve insanlara dayattığı güçlüklerle birlikte oldukça önemlidir.

Ancak sorunun bu biçimde yorumunun en önemli yönü ulusal sorun ve ayrılmalar konusundaki komünizmin ve milliyetçiliğin çekişmesini gerçek yerine oturtmasıdır. İşçi komünizminin milliyetçilik karşıtı etkinlik alanını şiddetle genişletip dönüştürür. Bunu daha derinden incelememiz gerekir.

Milliyetçilik ve Ulusal Sorun:

Ulusal sorun ayrılığı bir çözüm olarak sunacak kadar ulusal kimlikler üzerinde yükselen toplumsal bir karşıtlık olarak nereden kaynaklanıyor? Farklı ulusların varolmasının özü toplumda ulusal sorunun ortaya çıkmasını kaçınılmaz yapmaz. Farklı ulusların aynı ülke çerçevesinde sorunsuz ve sürtüşmesiz yan yana yaşama örnekleri epey çoktur. Ulusal baskı ve ayrımcılığın varolması da bu aşamada toplumsal ölçekte bir sorunun ortaya çıkmasıyla özdeş değildir. Birçok ülkede ayrımcılık alttaki ulusun yaşamında duyulur ve acı verici bir gerçek olmasına karşın toplumdaki güçlü ekonomik siyasal ilişkiler içinde alttaki ulusun bireyleri açısından siyasal bir çekişmeyi gerektirmeyecek ikincillikte görülmektedir. Bu ayrımcılıkarı gidermek yolundaki savaşımlar, birçok durumda sözkonusu toplum için ulusal sorunun ortaya çıkmasına neden olmaz.

Gerçek şu ki, bu sorunun oluşması için milliyetçilik toplumsal bir ideoloji ve hareket olarak sahneye çıkmış olmalıdır. Ulusal ve kavimsel farklılıklar ve ulusal kökene dayalı ekonomik toplumsal ve kültürel eşitsizlikler farklı toplumsal hareketlerin elinde farklı sonlara ulaşırlar. Liberalizm, komünizm, sosyal demokrasi ve milliyetçilik bu gerçeklere ve potansiyellere aynı biçimde davranmazlar. Milliyetçilik bu ayrımlar ve farklılıklara siyasal mevcudiyet kazandırmak isteyen eğilimdir. Bu aktüel ve virtüel farklılıkları doğrudan egemenliğin ideolojisi ve siyasal erk sorununa bağlayan harekettir.

Daha önce milliyetçiliğin, toplumların bencilliklerinin ürünü olmadığını söyledim. Tersine ulusların bencillikleriyle bağnazlıkları milliyetçiliğin ürünüdürler. Milliyetçilik, politik ekonomi alanına çıkmasından bağımsız olarak, herhangi bir dönemde ve temel süreçte sınıfsal gücü örgütlemek için kullanılan bir burjuva ideolojisidir. Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini uyruklarının arasında ortak bir ürün siyasal imgeler temel özellik ve belirtiler kendini gösterecek şekilde örgütlemeye çalışan bir ideolojidir. Ulusal kimlik, milliyetçiliğin sınıflı burjuva devletini örgütlemede temel köşe taşıdır. Egemen sınıfın devleti uyruklarının sınıflar üstü ve ortak kimliklerinin ve özünün dışsal somutlaşması olarak düşünülür. Oysaki gerçekte onların zihninde olan gücün milliyetçi ideolojinin içsel somutlaşması ve yansıması olan toplumun üyelerinin ulusal kimlikleridir. Milliyetçilik için ulus ve kimlik kategorilerinin icadını gerekli kılan burjuvazinin sınıfsal gücünün örgütlenebilme gereksinimidir.

Devlet ve siyasal güç sorunu ve bunun ulus ve kimlik ile ilişkisi milliyetçiliğin merkezi sorunudur. Ulusal sorunun yaratılmasındaki payı sürtüşmeler ve farklılıkları ekonomi veya kültür alanından siyaset ve egemenlik alanına çekmesidir. Farklılıklar, eşitsizlikler, çekişmeler ve gerilimler açıkça devlet ve egemenlik sorunuyla ilişkilendirilmedikleri sürece sözcüğün kesin anlamıyla böyle bir sorun ortaya çıkmış değildir. Milliyetçiliğin görevi bu siyaset ve egemenlik alanına geçişi güvence altına almaktır.

Ulusal sorun herşeyden çok toplumdaki devlet erki felsefesinin ulusal olması sonucudur. Üstteki ulusun milliyetçiliği ve üstünlüğünü korumanın bir aracı olarak devleti oluşturmak ve ayrıcalıklarını yasallaştırmak dünyanın dört bir yanında bu sorunun ortaya çıkışının ana kaynaklarından biridir. Ulusal baskı sözcüğü en özel anlamıyla siyasal bir kategoridir. Egemenlik ideolojisinin milliyetçiliğe dayanmadığı bir düzendeki çeşitli uluslar arasındaki ekonomik ve kültürel olanaklardaki mevcut eşitsizlikler siyasal bir çekişmeye dönüşüp toplumda ulusal sorunu biçimlendirme şansları daha azdır.

Ancak bu sorunun biricik kaynağı ve yatağı üstteki ulusun baskıcılığı değildir. 90’lı yılların başındaki olaylar milliyetçi hareketlerin özel koşullar altında en büyük ulusal kavgaları en küçük ve önemsiz ulusal ve kavimsel ayrılıklar üzerinde kurabildiklerini açıkça göstermektedir. Bu sorunun ortaya çıkşıyla ilgili genel formül şudur: Ulusal sorunun varlığı kesinlikle milliyetçiliğin pratiğinin sonucudur. Çeşitli milliyetçiliklerin karşı karşıya gelişi tüm bu sorunların belirleyici özelliğidir. Bu karşı karşıya geliş fiilen başlamış olduğunda ve egemenlik kavgası ulusal kimlikler bayrağı altında burjuvazinin farklı kesimleri arasında yükseldiğinde ilk sürtüşmelerin toplumsal ve kültürel kaynakları artık sorunun bugünkü niteliği ve temeli konusunda hiçbir şey açıklamıyorlar.

Ulusal sorun milliyetçiliğin ürünüdür. Ancak çözümünün yükü işçi sosyalizminin omuzlarındadır. Ayrılma hakkının tanınmamsı milliyetçilik ve burjuvazinin ortaya çıkardığı çıkmaz ve bunalıma yönelik komünizm ve işçi sınıfının önemli bir aracıdır. Bu çerçevede ayrılma hakkı tartışmasının komünist programa girmesi burjuva dünyasında milliyetçiliğin yıkıcı etkisinin resmen tanınması anlamına gelir. Ayrılma hakkının tanınması milliyetçiliğe karşı savaşın bir silahıdır. Bu, ulusal sorunla ilişkili özel olarak Lenin’e borçlu olduğumuz Marksist kavrayışın bir yönüdür. Ayrımcılıkların ve yalancı ulusal kimliklerin yokedilmesi onun için yalnızca bayrağındaki slogan ve yüreğindeki dilek değil fiilen karşısına koymuş olduğu ‘pratik komünizm’ görevidir. Kendi ilkelerini gerçek dünyada ve burjuva hareketlerin gücüne karşı uygulamaya sokmak isteyen pratik komünizm. Ulusal sorunun çözüm yolu olarak baskı altındaki ulusların ayrılma haklarının tanınması milliyetçilik ve burjuvaziyi silahsızlandırmak; işçi ve emekçi halk yığınlarının yaşamlarının milliyetçiliğin yıkıcı etkisinden kurtulma yollarının açılması yöntemidir.

Bu tartışma ayrıca şu anlama gelmektedir: Ayrılma hakkının tanınması milliyetçi yönelimlerin epey ilerledikleri ve kendi hurafelerini toplumda maddi bir güce dönüştürmüş olduklarında sözkonusudr. Özellikle işi siyaset düzleminde etkin çekişme alanına vardırmışlarsa. Kültür alanında kalmış bir milliyetçiliğin varoluşu ilgili ulus içinde gerek üsttekiler gerek alttakiler arasında bir yan hareket ve küçük bir baskı grubu olan milliyetçiliğin varlığı ayrılma hakkı tartışmasına atlamayı gerekçelendirmez. Ayrılma hakkının tanınması fiilen nüksetmiş olan bir hastalığın tedavisidir. Ulusal sorunu önleyecek bir aşı değildir. Bu tartışmanın bir başka yönü de varolan ulusal sorunların tarihsel hareket içinde sahneden çıkmasıyla yeni sorunların sahneye girebileceği gerçeğidir. Bugün merkezi siyasal ve toplumsal bir güçlüğe dönüşmüş olmayan ulusal bir ayrılık birkaç yıl içinde milliyetçiliğin çabasıyla bu noktaya varabilir. Her durumda sorunun somut olarak belirlenmesi ulusal sorun konusunda komünist ilkelere uymak için gerekli koşuldur.

Bizim ayrılma hakkı tartışmasını siyasal anlamıyla ulusal sorunun varlığıyla ilişkilendirmemize dayalı formülasyonumuz ulusal sorun çıkmadan önce komünizmin anti milliyetçi görevlerine daha fazla vurgu yapmamıza yardımcı oluyor. Ulusal ayrımcılık ve baskıya karşı etkin mücadele eşit ve ayrımsız bir toplum için genel mücadeleye çağrı, ulusal çekişmelerin her iki ucundaki milliyetçilik çıkarları ve burjuva içeriğinin deşifre edilmesi, işçilerin ortak sınıfsal kimlikleri ve tüm insanların ortak kimliklerinin propagandası ve bağnaz milliyetçi bakışın eleştirisi, bunlar milliyetçi hareket ve ulusal ufuğa karşı komünizmin asal ve yaşamsal görevleridir. Bizim programatik formülasyonumuz “ulusların hakkı” tartışmasını belirli, sınırlı ve gerçek çerçevesine yerleştirerek bizi toplumdaki ulusal bunalımlara gerçek müdahale için gerekli gerçek siyasal araçlardan yoksun bırakmaksızın komünist hareketi olması gerektiği gibi milliyetçilik ile uzlaşmaz çelişki içinde tanımlamakta çoğu durumda ona karşı saldırıya çağırmaktadır.

Özet olarak:

  1. İşçi komünizminin ulus ve milliyetçilikle ilgili programının temeli işçi komünizmini milliyetçilik ve ulusal baskıyla çelişki içinde tanımlayan ve sınırların kaldırılması, yalancı ulusal kimliklerin yokedilmesini uluslararası işçi hareketinin görev listesine yerleştiren Marksizm’in enternasyonalist ilkeleridir.
  2. Program ayrıca çağdaş dünyada milliyetçiliğin maddi ve yıkıcı gücünü hesaba katmalı ve çağdaş dünyanın ulusal bunalım ve sorunlarıyla ilgili işçi sınıfının çözüm yolunu sunmalıdır. Program baskı altındaki ulusların ayrılma haklarını ulusal sorunun meşru bir çözüm yolu olarak tanımalıdır.
  3. Program, partinin esas faaliyet alanında yani İran’da ayrılma hakkının uygulanmasını bu uğrakta belirgin biçimde gerekli kılan ulusal sorunları belirtmelidir. Bana göre bugünkü İran’ın siyasal konumuna göre yalnızca Kürdistan bu yargının kapsamına girmektedir.

* * *

Bu makaleler dizisini bitirmeden önce iki noktayı daha değerlendirmek gerekmektedir. Birincisi özerklik ve otonomi kavramlarının ulusal soruna komünist yanıttaki geçerliliği ya da geçersizliği durumudur. Benim görüşüme göre özerklik düşüncesi, yani bir üniter ülkenin sınırlarını korumak ve içinde ulusal kavimsel özerk yönetimler oluşturmak, milliyetçilik ve ulusal kimliği ebedileştirmek ve ulusal ayrım ve çekişmeleri toplumun iliklerine işletme belgesidir. Bunu reddetmek gerekir. İkinci nokta Kürt sorununun ve Komünist İşçi Partisinin bu soruna yönelik önerilen çözüm yollarının daha ayrıntılı değerlendirilmesidir. Bu noktalara sonraki bölümde değinmemiz gerekecek.

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *