Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve İran’da Sınıfsal Kutuplaşma

Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve İran’da Sınıfsal Kutuplaşma

HamitTaqvaei

Global Koşullar Bağlamında İran’da Devrim ve Karşı-Devrimin Bir İncelemesi

 

Hamid Takvai

 

Bu makale İran Komünist-İşçi Partisi’nin 22. Merkez Komite Plenumunda yapılan konuşmaya dayanmaktadır.

 

Bütünüyle farklı, 1979 İran Devrimi gibi son devrimler döneminden farklı bir dönemdeyiz. Bu dönemin özgüllüklerini açıklaştırmalı ve bu dönemdeki devrimin niteliklerini belirlemeliyiz. Açıktır ki, her devrimin kendine ait özellikleri vardır. Ekim Devrimi Şubat Devrimi’nden farklıydı (her ikisinin de Rusya’da gerçekleşmiş olmasına karşın). Gelişmekte olan İran Devrimi 79 Devrimi’nden farklı olacaktır. 79 Devrimi’nin Anayasal Devrim’e benzememiş olması gibi. Bütün devrimler farklıdır. Bununla birlikte, yaklaşan İran Devrimi aynı zamanda yeni global koşullar bağlamında oluşuyor olması bakımından biriciktir. Global ölçekte sınıflar arası yeni bir güç dengesinin, yeni siyasal ufukların, yeni hükümet tiplerinin, yeni muhalefet, mücadele ve de direniş modellerinin varlığı dolayısıyla bu koşullar yenidir. Yeni siyasal hareketler biçimlenmekte ve öne çıkmaktadır. Moda süreçler, yeni idealler, perspektifler ve değişen beklentiler ortaya çıkmaktadır. Sınıfların dünyanın siyasal durumuna ilişkin yeni ve farklı yorumları bulunmaktadır. İran dünyanın geri kalanından yalıtılmış bir ada değildir. Gelişmekte olan İran Devrimi yalnızca İran’da gerçekleşmiş önceki devrimlerden farklı olmasıyla değil aynı zamanda global açıdan yeni bir dönemde gelişmekte olması nedeniyle yenidir.

 

İran Devrimi’ni çözümleyebilmemiz için bu dönemin özgüllüklerini tespit ederek başlamalıyız.

 

Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Ortaçağlar’a Geçiş

İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle başlayan ve Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan önceki dönem iki rakip kamp, serbest pazar kapitalizmi kampı ve sosyalizm adı altında devlet kapitalizmi kampı arasındaki rekabet ve dünyanın bu iki kamp arasında paylaşımı dönemiydi. Nihayetinde bu bölünmenin kökü belirli bir sınıfsal kutuplaşmadaydı. Ekim Devrimi sonunda yenilmiş olsa da görüntü ve olgunun resmi biçimi sosyalist ve kapitalist kamplar arasındaki karşılaşmaydı. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya nerede bir gerilim varsa, siyasal gelişmeler bu bölünmenin damgasını taşıyordu. Bütün dünya bu karşılaşmaya bağlı olarak bölünmüştü, Üçüncü Dünya ülkelerinde gerçekleşen kurtuluş mücadeleleri ve devrimler sıklıkla bu iki kamp arasındaki çatışmayla sonuçlanabilmekte ve bu kamplardan birine ait ülkeleri ötekine itebilmekteydi. Bu mücadeleler ve devrimler çoğunlukla sosyalizm, işçi sınıfı, ezilen uluslar vs. adında gerçekleşti. Marksizm, sol düşünceler ve idealler, bu düşünceler ve idealler adına yapılan devrimler Üçüncü Dünya ülkelerinde güçlü bir siyasal eğilimi ve hareketi temsil etti. Sömürge karşıtı, anti-feodal, anti-Amerikancı ve anti-Batıcı devrimler komünizm adına ve Marksizm bayrağı altında gerçekleşti.

 

Dünya kendisi hakkında farklı düşünmekteydi. O günlerde siyasetle tanışmış ve varolan süreçler, hareketler ve zamanın teorik ve siyasal eğilimlerinin etkisi altında solcu düşünceleri benimsemiş 17-18 yaşlarındaki Üçüncü Dünya’dan bir genç milli sanayinin gelişmesine izin vermeyen, mill kaynakları sömüren ve ülkeyi azgelişmiş bırakan vs. sömürgeciliğe ve ABD Emperyalizmi’ne karşı eleştirel bakardı. Üçüncü Dünya, azgelişmiş dünya kendisini sanayileştirmeliydi. Bu nedenle, ister bir Maoist, Rus yanlısı komünist, bir gerilla isterse herhangi bir başka eğilimin temsilcisi olsun kendisini komünist diye adlandıran mücadeleci militan bu azgelişmişlik durumunu telafi etmek ve günün uygarlığını, Birinci Dünya’yı yakalamak için Batı’ya karşı savaşmalıydı. Bağımsızlığı, sanayileşmeyi ve kendine yeterliliği talep ediyordu. Marx’ın söz ettiği “kendi toprağını”, “kendi sürüsünü”, “kendi otlağını” isteyen köylüye benzer biçimde, tipik Üçüncü Dünya solcusu “kendi ülkesi”, “kendi milli sanayi”, “kendi milli doğal kaynakları” için mücadele etmekteydi. Ekim Devrimi’nin siyasal zaferi sayesinde komünizmin global düzeyde revaçta olduğu dönemdi, her militan siyasal hareket kendisini komünist olarak adlandırmaktaydı. Endüstriyalist burjuvazi ve Üçüncü Dünya’nın bağımsızlıkçı küçük burjuvazisi kendisini Marksist olarak görmekte ve sömürgeciliğe, “yabancı sömürüsü”ne ve büyük global sermayeye itirazını sol kılıf altında ifade etmekteydi. Çin’deki militan, anti-feodal burjuvazi komünist olmakta; ABD emperyalizmine ve onun “bekçi köpeğine” karşı mücadele eden İranlı küçük burjuvazi kendisini komünist olarak adlandırmaktaydı. Bu görünüş yalnızca siyasal-mitolojik bir örtü değildi. Gerçeklikte bu dönemdeki dünyanın paylaşımı içersinde varolan Doğu Bloku bu idealleri ve düşünceleri dikkate getirdi. Kendi özel örneğini, kampını ve ekonomik modelini Üçüncü Dünya’ya sunuyor ve rakip blokla olan karşılaşması yoluyla Üçüncü Dünya’daki sözü edilen hareketleri destekleyebiliyordu.

 

Bu dönemde yönetici sınıflar ve uluslararası burjuvazi de iç çatışmalarını Marksizm adı altında çözmekteydi. Marx ve Engels Manifesto’nun önsözünde her yönetici sınıfın ve devletin karşıtlarını komünizmle suçladıklarını yazarlar. Ekim Devrimi zaferi sonrasında şekillenen Üçüncü Dünya’da yalnızca devletler karşıtlarını komünistlikle suçlamakla kalmayıp aynı zamanda her muhalefet parti kendisini komünist olarak görürdü. Varolan duruma eleştirel yaklaşan her kimse kendisini solcu ve komünist olarak adlandırırdı. Mısır’da Nasır bir solcuydu, İran’da Halk Cephesi sol kanattı ve anti-sömürgeci ve reformist hareketler Asya ve Afrika sosyalizmi olarak bilinirlerdi. Batı Avrupa’da da burjuva sosyalizmi anaakım siyasetteydi. İskandinavya’da sosyal demokratik partiler iktidardaydı ve bunlar kendilerini Marx’ın büyük mirasçıları olarak gören en gelişmiş kapitalist toplumlardaki hükümetlerdi. Alman ve Fransız sosyalistleri de önemli, dikkate değer hareketlerdi.

 

Bütün özgüllükleriyle bu dönem Berlin Duvarı’nın çöküşüyle sona erdi. Bugün ne sürmekte olan bir devrim var ne de sol ve sosyalizm korkulacak bir şey. Görünürde seçimlerin ve tepeden rejim değişikliklerinin dönemidir. Eğer devrim hakkında konuşuluyorssa bu kadife tipidir. Görünürde tarih sona erdi (Fukuyama’nın formüle ettiği gibi) ve sınıf mücadelesi bitti. Sözde, artık sınıflar karşı karşıya gelmiyorlar. Tamponlarından kurtuldular. Birbirlerine temas edip birbirlerinin yanından geçip gidiyorlar. Herşey barış içinde ve usulca düzenlenmektedir. Sözde, iktidar seçimlerle bir sınıfın ellerinden diğerinin ellerine devredilebilir. Görünürde artık sınıfların çatışan çıkarları yoktur ve dünya sınıflara değil İslamcı terörizme ve Batı demokrasisine bölünmüştür. Tek karanlık güç siyasal İslam’mış ve Batı demokrasisi insanlık ve uygarlık için savaşmaktaymış gibi. Bu, dünyanın kendisini nasıl anladığıdır. Bu kitlelere dayatılmaya çalışılan resmi resimdir. Esasen muhalif siyasal hareketler bile bu görüşü paylaşıyorlar.

 

Soğuk Savaş sonrası dünyada insana ilişkin egemen düşünce, siyaset ve toplum, ekonomi ve devlet modelleri, hem pozisyon hem de opozisyon içindeki anaakım hareketler ve eğilimler, direniş ve mücadele modellerinin hepsi değiştiler, sağa döndüler ve geri adım attılar. Bununla birlikte katı gerçeklik hala ortada duruyor: Sömürü olduğu sürece sınıflar olacaktır ve sınıflar olduğu sürece farklı siyasal, toplumsal, entelektüel ve kültürel alanlardaki her mücadele, ilerleme, değişim, yenilgi, saldırı ve teslimiyet zorunlu olarak bir sınıf sorunu olacaktır. Sınıf mücadelesinin varsayılan çözülüşü gerçek dışı ve kurgusaldır. Bütün yönetici sınıflar ve entelektüeller yadsısa da sınıf mücadelesi eskisinden daha yoğun olarak mevcuttur. Az biraz dikkatli bir gözlem açıkça bütün bu olanların ötesinde nasıl burjuva ve işçi sınıflarının, kapitalizm ve sosyalizmin, sol ve sağın birbirleriyle karşılaştıklarını gösterir.

 

Hiçbir parti global ölçekteki bu değişimleri ayırt etmeden ve göz önüne almadan İran Devrimi’ne yoğunlaşamaz, kendi planını, stratejisini ve taktiklerini belirleyemez. İran’la bu yeni ve biricik bağlamda ilgilenmeliyiz. Bu bizim için yeni bir yaklaşım değildir. İşçi-komünizmi temelde kendisini Soğuk Savaş sonrası kapitalist dünyaya karşıtlığında ve onun eleştirisiyle tanımladı. Biz, işçi-komünizmi hareketiyiz, Berlin Duvarı’nın çöküşü koşullarında ortaya çıkan işçi-komünizmiyiz. Doğu Bloku’nun çöküşüyle Batı Bloku da anlamını kaybetti ve çöktü. Böyle bir gelişmenin (Berlin Duvarı’nın çöküşü) olumlu yönü Mansur Hikmet’in öngördüğü gibi diğer sınıfların ve katmanların komünizmlerinin, işçi-olmayan komünizmlerin çekimlerini kaybetmeleri ve kendi dilleriyle konuşmaya başlamaları, kendi yollarını izlemeleriydi. Ancak, bu komünizmlerin yollarından ayrılışları sınıf mücadelesinin bittiği ve günümüzde sınıflardan söz etmenin modasının geçtiği iddialarıyla gerçekleşti. En derin sınıf ayrılıklarıyla, en yüksek sömürü oranıyla, en barbar savaşlar, en büyük insani, siyasal ve toplumsal felaketlerle karşı karşıya iken sınıfların varoluşu ve dünyanın bu noktaya kapitalizmin mutlak iktidarında getirildiği gerçeği yadsınmaktadır.

 

Günümüz dünyasının sınıfsal eleştirisi işçi-komünizminin önünde duran tarihsel görevdir. Bugün bütün insan toplumunun özgürleşiminin sosyalizme bağlı olduğu ifadesi her zamankinden daha anlamlıdır.   İşçi sınıfının dünyayı kendisini özgürleştirerek özgürleştireceği her zamankinden daha çok anlam kazanmaktadır. Bugün her zamankinden daha çok sosyalizm insan toplumunun acil ihtiyacına dönüşmüştür. Neden böyle? Bu yeni dönemin özgüllükleri nelerdir? Dünyadaki hangi etmenler sol ve sosyalist hareketi bugün uygarlık ve insanlık mücadelesinin merkezine yerleştirmektedir?

 

İran özel örneğine geçmeden önce günümüz dünyasının özgüllüklerini incelemeliyiz.

 

Egemenlik Modelleri, Sol ve Sağ Opozisyonlar

Pozisyon ve opozisyonun güncel ve Yeni Düzeni’ndeki anlamları nelerdir? Sol, Soğuk Savaş döneminde, özellikle altmışlarda ve yetmişlerde dünyanın her tarafındaki farklı mücadelelerin bayrağıydı. Burjuvazi içindeki iç mücadeleler bile sol adı altında yürütüldü. İdeallerinden ve hedeflerinden bağımsız olarak herhangi bir muhalefet hareketi sol bayrağın altında mücadele ederdi. İşçi-olmayan solun yolu sömürgeciliğe, endüstriyel az gelişmişliğe karşı savaş, ulusal bağımsızlık için mücadele, Üçüncü Dünya olmaktan çıkıp Birinci Dünya’ya katılmaktı. Sol, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin toplumsal ideallerinin ve ereklerinin bir örtüsüydü. Ekonomist ve sosyal-demokrat olsun, gerillacı veya Rus yanlısı ve Çin yanlısı sosyalizm olsun bu solun toplumsal teması kapitalizmin yetersizliklerine itiraz, kapitalist kalkınma için mücadele ve özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde endüstriyi ve endüstrileşmeyi geliştirmekti. Bunların hepsi eleştirisi Manifesto’nun açılışını oluşturan sosyalizmler arasındaydı. Eğer Marx Manifesto’yu 1970’lerde yazacak olsaydı bunları feodal ve burjuva sosyalizmlerin yanına yerleştirirdi. Bu hareketler temelde varolan dünyaya ve devletlere itiraz ettiler. Üçüncü Dünya’da opozisyonun anlamı sol ile özdeşti. Üçüncü Dünya devletlerinin opozisyonu genellikle bu solcu hareketler ve eğilimlerdi.

 

Pozisyon neydi? Üçüncü Dünya ülkeleri için burjuve egemenlik modeli neydi? Krallar ve hanedanlıklar, askeri cuntalar ve hükümetler, diktatöryel cumhuriyetler ve ömür boyu süren başkanlıklar. Bunlar Üçüncü Dünya’daki genel hükümet modelleriydi. Pinochet’den Şah Hazretleri’ne, Papadouk’a kadar bütün bunlar Batı demokrasi bloğunun bir parçasıydı. Hepsi Batı demokrasisinin temsilcileri olarak görülüyorlardı. Bu hükümetlerin tersine sol jargonla paketlenmiş endüstriyalist, bağımsızlıkçı, oryantal ve zenofobik hareketler Afrika, Asya ve Latin Amerika’da opozisyon   modellerini oluşturdular.

 

Bugün bu modellerin her ikisi de değişmektedir. Bugünün hükümet modelleri nelerdir ve hangi hareketler bunlara karşı çıkmaktadır? Berlin Duvarı’nın çöküşünden sonra eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Doğu Bloku’nda moda olan modeller çoğunlukla “kadife devrim” olarak bilinen yeni ve biricik bir yöntemin kullanılışı ile tepeden rejim değişiklikleriyle iktidara gelen etnik, dini ve ırksal hükümetlerdir. Daha sonra bu model diğer ülkelere yayıldı. Şimdiye kadar, bunun iki örneği Afganistan ve Irak’ta işlemektedir. Önceki dönemin tersine bu model Batı demokrasisi ve sivil toplum görüntüsü ve bayrağı altında işlemiyor. Önceden Asya, Afrika ve Latin Amerika’da diktatörlükler parlamenter görüntüye sahiptiler. Toplum ve ulus adına yönetiyorlardı. Bazı yerlerde bir parlamento kapatılsa bile bu hükümetin bir hatası olarak görülür ancak model kabul edilir ve onaylanırdı ve “ulusal egemenlik” Batı tipi demokrasi temelinde tesis edilirdi. Şimdilerde böyle bir şey yok. Hükümetler açıkça, doğrudan ve açıktan etnisite ve ırk, kabile ve dini mezhepler üzerine biçimlendirilmektedir. Modası geçmiş Batı demokrasisi kumaşını giymeye çalışsalar da- ABD’nin dünyanın efendisi olduğu belirtilmelidir- böyle toplumların ve hükümetlerin temeli ve kurucu yasaları sivil toplum değildir. Günümüzde demokrasi etnisiteden, dinlerden ve ırklardan ve bunlarca temsil eden edilen güçler dengesinden biçimlendirilmiş toplumları yöneten böyle etnik-dini hükümetlerin adıdır. Artık günümüzde devletin biçimi etnik-dini olacaktır. Elbette Batı ve ABD bunu bilerek amaçlamıyor. Bilerek böyle bir stratejiyi izlemiyor. Batı hükümetleri pragmatisttir ve ereklerini gerçekleştirmekte toplumlarda varolan eldeki hazır materyali kullanırlar. Bugün dünyanın varolan materyali temelde dini, etnik, ırksal ve kabileseldir. Bu materyal Soğuk Savaş’taki zaferlerini takiben Batı ülkelerinin siyasetlerinin ürünüdür. Batı’nın pragmatizmi hem Batı’nın hem de siyasal İslam’ın stratejilerinde “medeniyetler çatışması” tezinin kullanımıyla kuramsallaştırıldı ve uygulandı.

 

Afrika’da kabile savaşlarının ne tür bir felakete yol açtığını görebiliriz. Ulusallığın, ırkın ve dinin Gürcistan, Çeçenistan, Kırgızistan gibi eski Sovyet cumhuriyetlerindeki gelişmelerdeki rolü açıktır. Ortadoğu bu güçlerin arenasıdır ve İslamcı terörizm her yerde ortaya çıkmaktadır. Bu, günümüz dünyasının siyasal bir gerçeğidir. Din, etnisizm, ırkçılık ve en radikal biçiminde nasyonalizm Üçüncü Dünya ülkelerinde devletlerin ve muhalefetin temelini oluşturan ana hareketler arasındadır. Üçüncü Dünya ülkeleri her geçen gün daha etnik ve dini bir biçim alıyor ve Batı böyle bir başkalaşımı onaylıyor. Siyaset felsefesinde bu tür uygar olmayan devletlere yol vermek ve gerekçelendirmek için kültürel görecilik ve çokkültürlülük gibi kuramlar ve tezler sunulmaktadır. Diğer yandan, Batı’nın ve böyle Batı devletlerinin muhalefetinde bir kez daha siyasal İslam’ın, nasyonalizmin ve etnisizmin sahnedeki ana aktör olduğunu gözlemlemekteyiz. Irak böyle bir durumun açık bir örneğidir. Sistani ABD’nin yanında durmaktadır. Muktada El-Sadr ona muhaliftir. Batı yanlısı Arap nasyonalizmi hükümete katılmakta ve Baas nasyonalizmi ona karşı konumlanmaktadır. Hükümet içinde olan Şii güçleri ve opozisyonda yer alan Sünniler bulunmaktadır. Kürt güçleri hükümete katılmakta ve Türkmenler ona karşı çıkmaktadır. Bu, günümüz dünyasının siyasal durumunun tipik bir örneğidir.

 

Batı ve ABD’nin Üçüncü ve İkinci Dünya’daki devrimlere ve gelişmelere müdahale biçimleri bu siyasal koşullar çerçevesinde değişime uğramaktadır. Batı burjuvazisinin devrimlere müdahalesi veya onları önlemesi eskiden Kontralar gibi örgütleri teşvik etmesiyle veya Batı’ya bağımlı askeri hükümetleri desteklemesiyle olurdu. Ancak, bugünün dünyasında ana müdahale biçimi doğrudan askeri eylemdir. Bu askeri müdahale Vietnam’ın işgaline benzememektedir çünkü devlete karşı koyan Vietkong gibi bir kitle hareketi yoktur. Devrim işçi-olmayan sol için bile artık revaçta değildir. ABD müdahalesinin askeri biçimi önleyici vuruş ve tepeden rejim değişikliğidir. “Demokrasi”yi, “kurtarmak” istedikleri halkın üzerine bombalarla fırlatmaktadırlar. Bu, yeni bir tarzdır. Bir rakip olmadığından ve dünyada yalnızca tek bir kutup olduğundan bunu gerçekleştirebilmektedirler. Rusyanın sözü yoktur; Japonya ve Çin gibi ekonomik devler şimdiye kadar hiçbir iddiada bulunmadılar. Özellikle geleceğin durdurulamaz ekonomik devi olacağı tahmin edilen Çin’in hiçbir siyasal iddiası yoktur. Bunun sonucu olarak sahne yalnızca ABD’nindir. ABD askeri güçlerini kullanarak doğrudan müdahalede bulunabilmektedir. Önleyici vuruş eğer kârımız için gerekiyorsa üstesinden gelebileceğimiz herhangi bir ülkeye saldıracağız demektir. Şikayetçi, yargıç ve icra eden ABD Hükümeti Hazretleri’nden başkası değildir. ABD ne NATO’yu ne de BM’yi kabul ediyor. Eğer gösteriye katılmak istiyorlarsa, ABD’nin hazırladığı yeni kurallara ve düzenlemelere göre oynamalıdırlar. Erekler ve araçlar Yeni Dünya Düzeni stratejisiyle ve tek kutuplu Soğuk Savaş sonrası dünyanın biricik kutbuna dönüşmekle bütünüyle uyum içindedir. ABD burjuvazisinin yaptığı budur; Çin, Japonya ve Birleşik Avrupa gibi rakipler karşısındaki göreli ekonomik zayıflığını askeri gücüyle örtmek ve endüstriyel dünyanın lideri olarak dünyayı yönetmek istiyor.

 

 

Siyasal İslam’ın Sınıfsal Özgüllükleri

ABD’ye karşı çıkan ve İslami yasaları yürürlüğe sokmayı arzulayan siyasal İslam ABD ve Batı’nın siyasal ve hatta siyaset felsefesinin kuramsal ürünüdür. İran, Afganistan ve Irak’ta İslamcılar’ı acilen sahneye iten ve iktidara getiren Batı devletleriydi. ABD ve Batı içinde kuramda, siyasal ve sosyal doktrinler ve kültürel görecelik gibi tezler yoluyla dine, nasyonalizme, ırkçılığa ve etnisizme yol verdiler. ABD için, Üçüncü Dünya diktatörlükleri nasyonalizm ve etnisizmin baş önemde olduğu bir örnekti. Önceden bahsettiğim gibi Amerika’nın yönetici eliti ve Batı hükümetleri pragramatik karar verirler ve ereklerini gerçekleştirmek için varolan siyasal materyali ve etnik-dini hükümetleri kullanırlar. Ancak, konuyu daha yakından incelediğimizde bu materyalin sonuç olarak Batı burjuvazisinin yeni düzeninin Soğuk Savaş sonrası ürünü olduğunu görürüz. Ultra gerici hareketler ve partiler siyasal arenada etkindir çünkü uluslararası burjuvazi Batı içinde geriye adım attı; açıkça ve dolayımsızca nasyonalizmi, dini ve bir dinler, etnisiteler ve ırklar mozaği olarak toplum tezini kendi sosyal ve kültürel kuramlarına ve siyaset felsefesine ve kendi iç ve dış politikalarına kattı. Böylece, bu hareketlere yol verdi. Batı hükümetlerinin siyasal pragmatizmi dış politikada önceden ürettikleri materyali kullanır. Yerli ve yerel burjuvazi ve küçük burjuvazi bu aynı hazır materyali ABD’ye ve Batı’ya karşı kullanır. Bu, konu siyasal İslamcı hareket olduğunda özellikle doğrudur.

 

Siyasal İslam iktidara uluslararası burjuvazinin ve İran burjuvazisinin 79 İran Devrimi’ne karşı başka bir seçeneği ve alternatifi olmadığından geldi. Bunun sonucu olarak, doğuştan halkın özgürlük mücadelesiyle karşılaşmasında burjuvazinin umutsuzluğunun ve çürümesinin damgasını taşımaktadır. Doğu Bloku’nun çözülmesiyle siyasal İslam’ın gerici karakteri uluslararası içerik ve işlev kazandı ve özellikle 11 Eylül’den sonra global anti-ABD’ci terörist harekete dönüştü. İslamcı terörizm ve ABD arasında 11 Eylül sonrasında global düzeyde başlamış olan savaş temelde uluslararası burjuvazinin ulusal-etnik-dini kampı içerisindeki bir “iç savaş”tır.

 

Tarihsel bir bakış açısından ve daha genel bir düzeyde siyasal İslam hareketi son çözümlemede ve sınıfsal karakteri dahilinde Arap burjuvazisinin global kapitalist pazardan daha fazla pay talebiyle itirazının yansımasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşüyle Arap ülkeleri, özellikle de bu çözülüşün ürünü olanlar uluslararası pazarın ve siyasetin marjinlerine itildiler. Bu ülkelerdeki Arap burjuvazisi eski feodal dünyanın yeni endüstriyel dünyaya dönüşmesinin eşiğinde sıkıştı ve özellikle de İsrail devletinin oluşumuyla Batı’nın endüstriyel dünyasının ve onun siyasal ve ekonomik meyvelerinin çok gerilerinde kaldı. Arap burjuvazisi İsrail’e karşı koyan ve Batı’ya itiraz eden bir güç olarak kendisine bir rol biçmeliydi. Ekim Devrimi’nin zaferi bu çabalara on yıllarca sol bir örtü sağladı. Arap sosyalizminden Nasırizm ve Baasçılık’a Filistin hareketinde Sovyet yanlısı ve Çin yanlısı sol örgütlerin büyümesine Arap burjuvazisinin bu yeni dünyaya girme mücadelesinin yansımasını görüyoruz. Bu belirli dönemde siyasal İslam’ın özellikle belirliyici bir rolü yoktu. Temelde, bugünkü anlamında ve kapasitesinde Ortadoğu’nun sahnesinde değildi.

 

Berlin Duvarı’nın çöküşü bu görünüm altındaki gerçekliğin örtüsünü kaldırdı ve Arap burjuvazisinin ve küçük burjuva hareketlerin kendi geleneksel ve sınıfsal ideolojilerine dayanmalarına izin verdi. Arap nasyonalizmi ve özelde güçlenmesi İslamcılar’ın İran’da iktidarı ele geçirmesiyle sağlanan siyasal İslam baş anti-Amerikan ve anti-Batıcı hareketler olarak arenaya girdiler ve siyasal sahnenin merkezine getirildiler. Birinci Körfez Savaşı’nda Arap nasyonalizmi ABD’ye karşı mücadelenin bayrağını aldı ve bu anlamda siyasal İslam’ı marjinalize etti. (Mansur Hikmet’in mükemmel makalesi Yeni Dünya Düzeni’nin Kanlı Gündoğumu’na bakınız). Bununla birlikte 11 Eylül’den sonra siyasal İslam ABD’ye karşı koyan temel güç olarak daha merkezi bir rol kazandı. Şimdi, siyasal İslam’ın bir kolu Irak’ta ve Afganistan’da ABD yapımı hükümetlere katılıyor ve ABD’nin yanında yer alıyor; bir kez daha siyasal İslam’ın Batı demokrasisiyle ortak sınıf karakterini vurguluyor. Batı demokrasisi ile siyasal İslam arasındaki savaşımın yönetici İslam’ı ve İslamcı hükümetin topluma ve yönetimi altındaki halka dayattığı terörizmi eleştirmekle hiçbir ilgisinin olmadığını gösteriyor. Bu karşı koyuşun devlet ile kilisenin ayrılmasını talep eden klasik burjuva hareketle ortak hiçbir şeyi yoktur ve Batı ile Arap burjuvazisi arasındaki gerilimlerin ve ilişkinin bir parçasıdır. Bu gerilim iktidarın ABD yanlısı siyasal İslam’ın iktidarı ele geçirmesi ve siyasal İslam’ın ABD ve Batı’nın dış politika düzeneğine soğurulmasıyla çözülebilir.

 

İşçilerin, insanların ve uygar dünyanın bakış açısından sorun yalnızca bütün fraksiyonları ve eğilimleriyle siyasal İslam’ın hükümetlerden ve İslamzede ülkelerin siyasal ve toplumsal yaşamlarından süpürülmesiyle çözülebilir. Filistin sorununun ilkeli çözümü ve İslam Cumhuriyeti’nin kitlesel sol bir devrimin elleriyle devrilmesi bölgede ve tüm dünyada siyasal İslam’a son verecektir.

 

Bugün, siyasal İslam kapitalizmin siyasal-sosyal bir aletidir. Arap burjuvazisinin dünya pazarından daha fazla pay talep etmesinin bayrağı, Batı burjuvazisinin dünyaya hükmetmesinin ve Üçüncü Dünya diktatörlükleri oluşturmanın aygıtıdır. Bu siyasal bayrak ve aygıt çağın uluslararası semayesinin gerekli işlevleri ve kârlılığıyla bütünüyle uyum içindedir. Burjuvazinin Soğuk Savaş sonrasındaki ekonomi politikalarına ve modellerine yakından bir bakış bu noktayı daha netleştirecektir.

 

Global Ekonomik Tasarruf Önlemleri Modeli: Üçüncü Dünya’da Kalkınma Modellerinin ve Ekonomik Reformaların Sonu

Soğuk Savaş süresince Üçüncü Dünya ülkeleri için farklı kalkınma modelleri vardı. Birinci ve İkinci Dünyalar’ın, serbest pazar kapitalizmi ve devlet kapitalizminin kendi özel ekonomik modelleri vardı ve bu modeller Üçüncü Dünya ülkelerinin genel azgelişmişliğiyle karşılaştırıldığında ekonomik reform ve ilerleme olarak görülebilirdi. İran’da tepeden ve ABD’nin planlarıyla uyum içinde uygulanan Toprak Reformu feodal ilişkilere son darbeydi ve kapitalist gelişme için yolu açtı. Sermayenin çıplak diktatörlüğü, “ucuz emek, suskun işçi” diktatörlüğü geleneksel feodal diktatörlüğün yerini aldı fakat ekonomik yönden toprak reformu ileriye doğru bir adım ve ilerleme olarak görülebilirdi. Sovyetler Birliği de kendi nüfuzu altındaki ülkelerde kendi kapitalist olmayan kalkınma yolunu uygulamakta ve onları devlet kapitalist modelleri olarak 20. Yüzyıl kapitalist dünyasına geçirmekteydi. Genelde, bütün Soğuk Savaş süresince II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 80’ların sonuna kadar yarı-feodal yarı-sömürge olarak bilinen, kapitalist devletlerle karşılaştırıldığında az-gelişmiş olan çok sayıda feodal ülke vardı. Böyle ülkelerde kapitalizmin gelişmesi ve bunların kapitalist devletlerin safına katılmaları onlar için bir adım ileri ve ilerleme olarak görülüyordu. Durum bu olunca, sermaye Üçüncü Dünya ülkeleri için kalkınma modelleri sunabiliyordu. Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde nüfuzlarını arttırmak için rekabet eden Doğu ve Batı Blokları için bu maddi ve gerçek bağlamda hâlâ Üçüncü Dünya ülkeleri için özel kalkınma modelleri önermek ve pratikte bu modelleri uygulamak mümkündü. Sözcüğün gerçek anlamında dünyanın hâlâ ilerleme ve reform modeli olarak kapitalist kalkınma için kapasitesi vardı. Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleri toprak reformu veya kapitalist olmayan kalkınma gibi ekonomik politikaları takip ederek kalkınabilirdi.

 

Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde böyle reformların veya kalkınmanın olasılığı yoktur. Bir yandan neredeyse dünyanın bütün ülkeleri kapitalist üretim aşamasına geçtiler ve kapitalist ekonomik reform veya kalkınma olasılığı kalmadı. Diğer yandan, devlet ve serbest pazar kapitalist blokları arasındaki rekabetin sona ermesiyle Batı bloğunun ekonomik kalkınma modellerini gerçekleştirmesinin siyasal gerekliliği kalmadı. Batı Avrupa içinde bile şimdilerde reform olarak bilinen şey Rus tipi devlet kapitalizmi ve “refah devletleri”nden ipini koparmış serbest pazar kapitalizmine geçiştir.

 

Bugün herkese reçete edilen tek bir ekonomi politikası vardır: Ekonomik kemer sıkma önlemleri. Bu, dünyanın en büyük finans sermayelerinin, DB ve IMF’nin “tavsiye ettiği”, gerçekte hükümetlere ve devletlere dikte ettiği politikadır. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinden Latin Amerika’nın, Asya’nın ve Afrika’nın en uzak köşelerine sermaye oyununun global hareketine katılmak isteyen herhangi bir kimse kemer sıkma politikalarını takip etmek zorundadır. Bu serbest pazar kapitalizminin dünyasına girmenin anahtarıdır. Serbest pazar kapitalizmi Soğuk Savaş’ı kazandı dolayısıyla kalkınma modelleri için ne bir gereklilik ne de olanak vardır. Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya’da geleneksel kapitalizm dağıldı ve tek bir biçim aldı: Niteliklerinin ve politikalarının Dünya Bankası’nca belirlendiği ve tanımlandığı serbest pazar kapitalizmi. Bugün, global sermaye birikimine ve hareket sürecine katılmayı niyet eden herhangi bir ülke Dünya Bankası’nın politikalarını, rehberliğini ve tavsiyesini izlemelidir. Eğer bir ülke bu politikaları gerçekleştiriyorsa IMF’den de tavsiye edilen alanlarda ve dikte edilen düzenlemelerle uyum içinde kredi alabilir ve dolayısıyla global sermaye klübünün bir üyesi olabilir. Yoksa, o ülke global sermaye etkinliklerinin çevrimine katılamaz ve ekonomik açıdan marjinalize ve izole edilir.

 

Bu evrensel ekonomik reçetenin dayanağı Soğuk Savaş’ın son yılları boyunca eski Britanya Başbakanı Bayan Thatcher’in sunduğu ve Thatcherizm olarak bilinen reçetedir. Yönetsel ve yasal herhangi bir sınırlama olmaksızın serbest pazar kapitalizmi demektir. İşçiler ve bütün kapitalist-olmayan emekçi insanlar için ekonomik kemer sıkma bu politikanın temelidir. Kapitalistler için vergi indirmleri, çalışma saatlerinin arttırılması, donmuş hatta azaltılmış asgari ücret, refah bütçelerinin, sağlık bakımı ve sosyal güvenliğin mümkün olduğunca kısılması, devletin topluma karşı sorumsuzluğu, grev ve protesto haklarının, işçi örgütlerinin ve sendikalarının faaliyetlerinin sınırlandırılması, kısacası toplumu sermaye rekabetinin kör kurallarına bırakmak bu ekonomik kemer sıkma politikalarının özgüllükleri arasındadır. Bu, Doğu’dan Batı’ya bütün ülkelerde yürürlükte olan siyasettir ve sonuçları her yerde gözlenebilir.

 

İran’da da bu gerçekliğe tanık oluyoruz. Monarşist opozisyonun stratejisti Bay Daryuş Hümayun Enternasyonel TV’yle röportajında İslam Cumhuriyeti sonrasındaki kendi ekonomi programını “işçilerin ve ücretli emekçilerin özverili ve uysal olduğu yirmi yıl boyunca ekonomik kemer sıkma” olarak açıklarken basitçe kendi sınıfsal gerçekçiliğini ve sağgörüsünü gösteriyor. Bu, Rafsancani’nin kendisine ve ekonomi politikalarına ve İslam Cumhuriyet’nin bugün takip ettiği politikalara itibar kazandırmak için Dünya Bankası’nı çağırmasına benzerdir. İslami çalışma yasası veya asgari ücreti resmi yoksulluk sınırının üçte biri olarak belirlemek gerçekte uluslararası burjuvazinin ekonomi politikalarına yasal biçim vermekten ve yoksulluğu, felaketi ve adaletsizliği İslam’ın insan karşıtı kapasitesinin kullanımıyla işçilere dayatmaktan başka bir şey değildir. Pozisyonda ve opozisyonda İran burjuvazisi tek bir ekonomi planını izlemektedir ve bu devrim karşıtı safın işçilere ve toplumun emekçi çoğunluğuna karşı sınıfsal birliğinin temelidir.

 

Ekonomik kemer sıkma politikası bütün ülkeler için tek bir plandır ancak farklı ülkelerde farklı siyasal ve sosyal sonuçları vardır. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde bu politika siyasal gerilime ve krize yol açmayabilir veya yönetilebilir siyasal ve toplumsal etkileri olabilecektir. Refahın ve işçi sınıfının ve ilerici hareketlerin belirlediği kazanımların ölçeği bu ülkelerde yönetici sınıfa manevra ve toplumu kontol etme fırsatı vermektedir. Ancak, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da bu politikalar siyasal ve sosyal patlamaları, gerilimleri ve huzursuzlukları ateşleyebilir. Dolayısıyla, sermayenin bu ülkelerde faaliyet edebilmesinde DB politikalarını izlerken toplumu yatıştırmak gerçek bir ihtiyacıdır ve bugünün dünyasındaki koşullarda Üçüncü Dünya ülkelerinde açık ve çıplak diktatörlüklerin gerekliliği için temel koşuldur. Bugünkü durumda siyasal üstyapısı ve biçimi dinden, etnisiteden ve kabilecilikten yapılmış diktatörlükler ve etnik-dini-ulusal hükümetler Yeni Dünya Düzeni döneminde “ucuz emek, suskun işçi” diktatörlüğünün kusursuz biçimleridir.

 

Bu, Birinci Dünya kapitalizminin dünyanın geri kalanına ekonomik ve siyasal düzeylerde verdiği armağandır. Evrensel insan kavramının yadsınmasına ve yok sayılmasına karşın sermaye her zamankinden daha açıkça ve azgınca global kâr dilinden söz ediyor. Kâr ve kârlılık o kadar evrensel olmuştur ki bütün dünyaya tek bir modelle, tek bir ölçekte ve tek bir siyasetle hükmedebilir. Tam olarak, bu hakimiyetin siyasal ve sosyal açılardan devamı için insanlığı ve evrensel insan haklarını yadsımak zorundadır. İnsanın evrensel kimliği, sermayenin evrensel kimliğinin gerçekleştirilmesi için yok sayılmaktadır. Din, etnisite, ırkçılık, kabilecilik ve etnik-dini hükümetler Üçüncü Dünya’da ekonomik kemer sıkma politikasını yürürlüğe sokmak için sahne alıyorlar. Sorun bu düzeyde çözümlendiğinde Batı’nın devlet terörizmi ile İslamcı terörizm arasındaki geriliminin global ölçekte bu yeni ekonomik ilişkileri doğurmanın sancısından başka bir şey olmadığı açıklığa kavuşur. Eski sorunlar yeni biçimler almakta ve yeni rollerine ve konumlarına yerleşmekteler. Son çözümlemede, sermayenin global ölçekte kârının ve kârlılığının gereklilikleri hükmetmektedir. Eğer sosyalistler ve uluslararası işçi sınıfı bu dünyaya karşı koymazsa tam da bu gereklilikler uluslararası burjuvazinin iç gerilimlerini sermayenin yararına çözecek ve mevcut barbarlık militarizmi, devlet terörizmini ve İslamcı terörizmi toplumların olağan normları olarak düzenleyecektir.

 

Bu barbarlığın maddi temeli bugünkü dünyada sermayenin kârlılığının ve birikiminin gereklilikleridir. Bu, global ölçekte finansal sermayenin işlemesinin gerekliliğidir. Bu, kendisini ekonomik alanda yoksulluğu ve kemer sıkmayı açıktan ve net biçimde ve Ortaçağ düşünceleri, modelleri ve hareketleri yoluyla siyasal alanda ve hükümet biçimleri olarak dayatan yirmi birinci yüzyıl başındaki kapitalizmin yozlaşması, vahşeti ve çürümesidir.

 

Sol ve Uygar Dünya: Marx’a Dönüş

Bu dünyaya karşı çıkan işçi-komünizmidir. Burjuvazi herhangi alandaki insancıl düşünceleri ve kuramların herhangi bir kalıtını yok etti. Batı uygarlığının felsefi, sosyal ve ekonomik alanlardaki en son kazanımlarından geriye çekildi. Marksizmin köküne dönüşü, işçi-komünizminin kendi kuramsal temellerine dönüşü on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllara değil insan uygarlığının zirvesine dönüş anlamına gelmektedir. Günümüz burjuvazisi bu zirvelerden düşmekte ve kültürü, kuramı ve siyaseti yerin dibine batırmaktadır. Burjuvazi, sivil toplumdan ve Büyük Fransız Devrimi’nden geri çekildi. Ricardo, Kant, Hegel ve Voltaire’den geri adım attı ve insan uygarlığının kuramsal ilerlemelerinin yerine bütün alanlardaki çürüme ve gericiliği getirdi. Bu çürümeye ve tersine döndürmeye karşı koymak işçi sınıfının görevidir. İşçi-komünizmi Marx’a dönüştür denildiğinde bu, sosyalist geleceği oluşturmak için insan uygarlığının zirvelerine dönüş anlamına gelir. Bir uçurumun dibinden yükselip uçulamaz. Bir dağın zirvesine konumlanılmalıdır. Burjuvazi uçurumun dibinde oturmakta ve bütün kültürü, sanatı ve siyaseti yozlaştırmaktadır. Bu yozlaşmış dünyayı derinden eleştirmek ve değiştirmek için kendimizi zirvelere yerleştirmeliyiz. Her zamankindan daha fazla dünyayı değiştirmeye ihtiyaç duyuyoruz. Burjuvazinin TV’lerinde, BBC’de, CNN’de, resmi felsefesinde ve üniversitelerinde sınıf toplumunun varlığını ne kadar şiddetle yok saydığı önemli değildir. Toplum sınıflara bölünmüştür. Sömürü, yoksulluk ve açlıktan ölme eskisinden çok daha yoğundur. Burjuvazi sivil toplumu yok sayıyor ve insanları böcekler gibi eziyor. Batı’da ve Doğu’da insanlık çatırdamaktadır. Böyle bir dünyada insan uygarlığının zirvelerinde duran işçi sınıfı uygar insanlık bayrağını yükseltiyor.

 

Bizim sosyalizmimiz etnisizimle, dinle, nasyonalizmle, ırkçılıkla ve her türden Rönesans öncesi felsefi, siyasal ve ekonomik eğilimlerle kapana kıstırılmış ve acı çektirilen bir dünyanın nesnel bir gerekliliğidir. Bu insanın, insanlığın ve insan kimliğinin ve genel olarak hakların ve de evrensel ilkelerin yok sayıldığı, bütünsel ve evrensel insan ihtiyaçlarının, arzularının ve değerlerinin yadsındığı ve çatırdadığı bir dünyanın gerekliliğidir.

 

11 Eylül’den sonra Mansur Hikmet bizim devlet terörizmi ve İslamcı terörizm kutuplarına karşı uygar dünyanın öncüleri olduğumuzu söyledi. Bu siyasal bir çözümleme ve öneriydi. Eğer bu ifadeye daha kuramsal bir gözle ve daha derinden bakarsak bu bugünün dünyasının “yeni” sola, işçi-komünist sola, Marx’a dönmüş bir sola nesnel ihtiyacı anlamına gelir. Lenin bir keresinde her demokratın komünist olması gerektiğini söylemişti. Bugün her seküler kişi bir sosyalist olmalı, her uygar insan, Büyük Fransız Devrimi’nin ideallerini takip eden herhangi bir kimse sosyalist olmalı, uygarlığı ve sivil toplumu savunan herhangi bir kimse sosyalist olmalıdır. Neden bu böyledir? Çünkü uluslararası burjuvazi bu düşüncelerden geri çekildi.

 

Eğer kendimizi gündelik siyasetten uzaklaştırır ve dünyaya daha derinden bakarsak Yeni Düzen uluslararası burjuvazisinin siyaset ve sosyal felsefesinde klasik, Fransız Devrimi anlamında burjuva toplumundan vazgeçildiğini kavrarız. Sivil toplum, uygarlık, sekülarizm ve toplum temelli yurttaş dışta bırakılmıştır. Kuramlarda, düşüncelerde ve doktrinlerde, pratik siyasette ve siyasal pragramtizmde bu düşünceler göz ardı ediliyor ve nasyonalizm, din ve etnisizmle değiştiriliyor. Yalnızca eski İkinci Dünya’da (eski Sovyet Bloğu’nun dağılmış öğeleri) ve Üçüncü Dünya’da değil Batı’nın içinde de bu geri Ortaçağ kuramsal ve siyasal eğilimleri sahneye çıktılar.

 

Şimdilerde burjuvazi demokrasiden söz ettiğinde bu, toplumdaki farklı etnik, ulusal ve dini güçler arasındaki denge anlamına gelmektedir. İnsandan söz ettiklerinde insanların toplumsal ve evrensel kimliği yadsınmakta ve insanlar kendi ulusallığı, dini ve ırkına bağlı olan kendi kültürü, değerleri ve ihtiyaçlara sahip ulusal, dini ve etnik kendiliklere dönüştürülmektedir. Soğuk Savaş dönemi boyunca “bir kişi sivil toplumda bir oya eşittir” demokrasinin tanımıydı. Siyasal güçler ve partiler sivil politikalarına ve programlarına göre tanımlanırlardı ya da en azından resmen ve kuramda böyleydi. Yurttaşların eşit haklara, arzulara ve ihtiyaçlara sahip olduğu varsayılmaktaydı ve hükümetlerin raison d’être’i ve görevi bu ortak haklara ve ihtiyaçlara karşı yanıt verebilirlik ve bunları karşılamaktı. Sınıfsal karşıtlıklar ve sınıf mücadelesi sivil toplumca gizlenmişti ve diğer farklılıklar yasal ve kuramsal olarak tanınmıyordu. Egemen kültür, kuram ve ideolojiye, Büyük Fransız Debrimi’nce yaratılan ideolojiye göre sınıf farklılıklarından başka hiçbir şey insanları sınıflandırmıyordu ve bu burjuvazinin gidebileceği en ileri noktaydı.

 

Bugün burjuvazi bütün bunlardan vazgeçti ve Rönesans öncesi Ortaçağlara döndü. Bugün, siyasal güçler, partiler ve hükümetler olarak İslam’dan, Sırptan, Hırvattan, Çeçen’den, Sünniden, Şiiden, Kürtten ve Türkmen’den sözediyor. Irak’a bir bakın. Yeni Dünya Düzeni’nin bu sembolü ve laboratuvarında tartışma Şiilerin hükümette avantajı ele geçirdiği ve Sünnilerin kızgın olduğu, Kürtlerin hükümette daha fazla ya da belki de daha az temsil edilmesi gerektiğidir. Diğer yandan Türkiye hükümeti Türkmenleri destekliyor ve Kürt ulusal hareketinin Türkiye’de şiddetleneceğinden endişelidir vs. Haçlı Seferleri süresince varolan siyasetten sözediyoruz gibidir. 60’larda ve 70’lerde dış ilişkiler hiçbir zaman bu şekilde belirlenmedi. Hiç kimse dünyayı bu tarzda düşünmedi. Bugün Pentagon-CIA stratejistleri ve de burjuva opozisyon güçleri ve küçük burjuvazi bu şekilde düşünüyor. Cephe ve karşı cephe, pozisyon ve opozisyon genelde bu düzenekte düşünüyorlar, eyliyorlar ve siyasetlerini maddileştiriyorlar.

 

Afganistan’da, Taliban’ın çöküşünden önce ve sonra yurttaşın hiçbir anlamı yoktu. Saddam döneminin Irak’ında ve onun rejimi sonrasında yurttaşın hiçbir anlamı yoktu. Eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinde de yurttaş anlamını kaybediyor. Batı içinde de din, nasyonalite, ırk ve yurttaşların kökeni geçen her gün daha da fazla vurgulanmakta ve devlet ve halk arasındaki ilişkinin temeli olmakta. Burjuvazi dünyayı Sırp’a, Hırvat’a, Müslüman’a, Yahudi’ye, Sünni’ye, Şii’ye, Tutsi’ye, Hutu’ya, Kürt’e ve Türk’e böldü; siyasetini bu kanallar yoluyla yürütüyor. Hem ulusal hem de uluslararası burjuvazi bu süreçlere dayanmaktadır.

 

İşte böyle bir dünyada komünistler uygar dünya bayrağını yükseltiyorlar ve herhangi bir tutarlı sekülaristin, uygarlığa bağlı ve modern insanın, hatta herhangi bir tutarlı yurttaşın, eşit yurttaşlık hakları isteyen ve savunan herhangi bir kimsenin sosyalist olması gerektiğini ve sosyalist toplumun bu kişinin tercih ettiği toplum olduğunu ifade ediyorlar. Bu, Batı’da böyle, Üçüncü Dünya’da hepten böyledir.

 

Bu gerçeklikler dünyanın işçi-komünizmine ihtiyacının nesnel temelidir. Bu gerçek, dünyasal nedenlerden dolayı uygar dünyanın solcu olduğunu söylüyoruz. Bu bizim dünyamızdır. Üstelik, bu sol Yeni Sol’dur. Daha öz koyarsak, daha eski soldur, Marx’ın soludur. Bu sol temelde Soğuk Savaş sonrası dünyayının eleştirisiyle, Berlin Duvarı’nın çöküşüyle çatırdamış işçi-olmayan komünizmlerin bütününü eleştirerek doğmuş ve biçimlenmiş işçi-komünizmidir.

 

İşçi-komünizmi komünizmin işçi sınıfına dönüşüdür. Diğer sınıfların “sol” hareketleri kendi komünizlerini terk ettiler ve kendi köklerine döndüler; komünizm de kendi sınıfına döndü. Bu dönüş komünizm ve sosyalizmin işçi sınıfıyla sınırlı olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, işçi ufku ve siyasetinin, sosyalist ufkun ve alternatifin bütün insanlık için tek insani çözüm olduğu anlamına gelir ve önümüzdeki bu karanlık, ultra gerici dünyadan tek insanca ve uygar çıkış yoludur.

 

İşçi-komünizmi: Çürümüş Burjuva Dünyasına Karşı Batı Uygarlığının Uzantısı

İşçi-komünizmini Soğuk Savaş döneminin egemen “komünizmleri”nden ayıran temel özgüllüklerin biri ABD’ye ve Batı’ya karşı ayırıcı yaklaşımıdır. Üçüncü Dünya solu anti-ABD’ciydi ve genelde ulusal doğal kaynakları ve zenginliği sömüren ve sanayinin gelişimini vs. engelleyen bir güç olarak Batı’ya eleştirel bakmaktaydı. İran’da bu sol şu anda siyasal İslam bayrağı altında İran’da iktidarda olan daha geniş ulusal-dini, oryantal ve Batı karşıtı hareketin bir parçasıydı. İşçi-komünizmi bu anlamların hiç birinde ABD karşıtı ve Batı karşıtı değildir. Ya açıktan oryantal-İslamcı biçiminde ya da “anti-emperyalist” küçük burjuva sol biçiminde olsun direnişin bu türünün işçi sınıfı eleştirsi ve hareketiyle hiçbir ilişkisi yoktur. İşçi-komünizmi Batı’da, Doğu’da ve herhangi bir yerdeki kapitalizmi eleştiriyor. Bizim komünizmimiz Batı uygarlığının uzantısıdır. Eğer anti-emperyalist isek uluslararası sermayeye karşı olduğumuzdan ve kendi dinine, ulusallığına, etnisitene ve kabileye dönüşü reklam edenin uluslararası sermaye olmasından dolayıdır.

 

Başından itibaren “İran Devrimi ve Proletaryanın Rolü”nün 79 Devrimi’nin başında yayınlanmasından beri bizim hareketimizin kapitalizme eleştirisi bu biçimdeydi. “Proletaryanın Rolü”nün ana tezi Şah diktatörlüğünün kapitalist özünün eleştirisiydi. Diktatörlüğün işçinin sömürüsünü yoğunlaştırmak için kurulduğunu ve özgürlüğü gerçekleştirebilecek ve bu diktatörlükten kurtaracak olanın yalnızca işçi sınıfı olduğunu söylemektedir. O zaman sermayenin diktatörlüğüyle din, nasyonalizm ya da “kurtuluş teolojisi”yle savaşılamayacağını savunuyorduk. Bugün, şimdiki dünyanın bağlamında bu gerçeklik yüz kat daha fazla açıktır.

 

İşçi-komünizmi Batı’nın en son felsefi, siyasal ve sivil kazanımlarının uzantısıdır. Popülist sosyalizmin üç kaynağını ve üç bileşenini eleştirdik ve yenilgiye uğrattık. Bizim “Üç Kaynak ve Üç Bileşen’imiz Britanya ekonomisinin, Alman felsefesinin ve Fransız sosyalizminin en son kazanımlarıdır. Bugün bu üç kaynak Batı içinde reddiyeye maruz kalmaktadır. Felsefenin zirvelerinden (Kant ve Hegel), eşitlikçi sosyal düşüncenin devleri olan Marx öncesi ütopyacı sosyalistlerden ve Marx’ın Kapital’ine onun düşüncelerinin eleştirisiyle başladığı ekonomi biliminin zirvesinden, Ricardo’dan geriye çekiliş vardır. Felsefe Platonculuğa ve metafiziğe dönmekte. Her şeyin göreli olduğu iddia edilmekte. Tarihsel ve evrensel kendilik olarak insanın varolmadığı ve herşeyin kültüre ve insanların zamansal ve mekansal koordinatlarına bağlı olduğu söylenmektedir. Bu yalnızca Marx’tan değil, aynı zamanda Kant, Descartes ve Voltaire’den geriye gidiştir. Bu, Rönesans öncesi çağa, Platonculuğa ve her şeyin öznel olduğuna dönüştür. Metafizikçi Russell’in ve varoluşçu Sartre’in solcu olduğu bir dönem vardı. Bugün, kendilerini Marksist olarak adlandıran ancak Platoncu olanlar; Avrupa’nın kalbinde Marksist olduklarını iddia eden ancak siyasal İslam’ın destekçisi olan insanlar var. Neden? Çünkü her şeyin göreli olduğuna ve siyasal İslam’ın Müslümanlar için iyi olduğuna inanıyorlar. İslam’ın İran’da ilerici olduğuna inanıyorlar ve kendilerini Troçkist diye çağırıyorlar. Kapitalizmin altüst olmuş dünyası bir kez daha kuramsal ve kültürel düzlemde tersine çevrildi.

 

Sosyal düşünceler düzleminde yalnızca sosyalizm değil aynı zamanda sivil toplum düşüncesi de terk edildi. Toplumun dini mezheplerin, klanların ve kabilelerin toplamı olduğu feodal toplum kavramına bir dönüş vardır. Ekonomi kuramlarında da durum öyledir. Her şey bireysellik, bireysel rekabet ve serbest rekabet kapitalizmi ekseninde düzenlenmekte ve refah devleti düşüncesi, kamu hizmetleri ve toplumsal refahın sağlanmasında devletin topluma karşı sorumluluğu mahkum edilmekte ve yok sayılmaktadır.

 

Uluslararası burjuvazinin çürümesi ve yozlaşması ve Ortaçağ vahşetine doğru gerilemesi olgusal ve nesnel olarak işçi sınıfını ve işçi-komünizmini uygar insanlığın özgürlük ve özgürleşme mücadelesinin ön cephesine yerleştirdi. Bu mücadelenin boyutları dünya kadar geniştir. İran’da açımlanan devrim bu mücadelenin ilk meydanıdır. Hem siyasal İslam hem de işçi-komünizmi İran’da ortaya çıktılar ve birbirlerine karşı savaşıma girdiler.

 

İran’da Sınıfsal Savaşım: Nesnel Gözlemler ve Örnekler

Bütün Soğuk Savaş sonrası özgüllükleriyle sol ve sağ arasındaki sınıfsal kutuplaşma ve karşılaşma İran’da herhangi bir yerden daha açıkça biçimleniyor ve gözlemleniyor. Mansur Hikmet İslam Cumhuriyeti’nin çöküşünden sonra sınıfsal kutuplaşmanın edimselleşmesi ve ortaya çıkışı olasılığından bahsetmişti. Burada belirtilmek istenilen görevimizin yalnızca İslam Cumhuriyeti’nin çöküşüyle tamamlanmayacağı, zaferin hala kazanılmamış olacağı, tam tersine sınıf mücadelesinin yoğunlaşacağı ve devrimin daha yeni başlamış olacağıdır. Bu devrimde sol ve sağ kutuplaşmıştır ve birbirleriyle savaşım içindedir. Bugün bu tür bir gelişmenin gözlerimizin önünde biçimlenmekte olduğunu düşünüyorum. “Komünizm İran’da Kazanacak mı?” seminerinde Hikmet İslam Cumhuriyeti’nin çöküşü ne kadar geç olursa bir devrim sonucu devrilmesi olasılığının o kadar fazla olacağını vurguladı. Bugün böyle bir duruma tanık oluyoruz. Devrim gözlerimizin önünde biçimlenmekte ve İran toplumu hızla kutuplaşmaktadır. İran sınıfların birbirlerine karşı açık biçimde savaşıma girdiği, kendi çıkarlarının bayrağıyla sokaklarda yürüdüğü ilk Soğuk Savaş sonrası topluma ve laboratuvara dönüşmektedir.

 

İran’da gelişen devrim “devrimler ve sınıf mücadelesi çağı geçti gitti”, “şimdi yeni dünya düzeni çağıdır”, “Batı demokrasisi ve İslamcı terörizm arasındaki savaşım çağıdır” vs. gibi tezlere bir son vermektedir. Devrimiyle İran toplumu günümüz dünyasını toplumsal düzeyde eleştirecek ve dünyaya işçi sınıfının siyasal mücadele sahnesinde olduğunu ve sosyalizmin günümüz dünyasını yeni kapitalist düzenin cehenneminden kurtarmanın yolu olduğunu bildirecektir. Bugün İran toplumu herhangi bir toplumdan daha fazla sınıfsal olarak kutuplaşmıştır ve bu siyasal, örgütsel ve hareket-ilintili düzeylerde gösterilebilir.

 

İlk örnek birkaç ay önce Haha’nın siyasi maskaralığında atılan sosyalist sloganlardır. “Ayrımcılığa Son Vermek için Sosyalist Ayaklanma“ ve “Sosyalizm Halkın İlacıdır” sağ kanat opozisyonun homurtularına ve genel olarak devrim karşıtı kampa toplumun solunun yanıtıydı. Yığınsal protestolarda halk tarafından bu tür sosyalist sloganların sunulması İran tarihinde ayırıcı bir olaydır. Geçmişte sol için sorun sosyalizm değildi; üstelik herhangi türden bir solun halk tarafından sloganları benimsenecek ve yığınsal protestolarda atılacak kadar toplumsal nüfuzu ve etkisi yoktu. Bu sloganların toplumsal sunumu bir rastlantı değildir ve gökten gelmemiştir. Bu, solun nüfuzunun ve gücünün ve önceki dönemlerde sol olarak bilinen bağımsızlıkçı, oryantal, endüstriyalist ve zenofobik ideallerin tersine bu solun ufkunun ve ideallerinin sonucudur.

 

Başka bir nokta özelde rejimin ve genelde toplumun sağının devrime ve toplumda solun yükselişine tepkisidir. Geçmişte depremler atların kişnemesiyle tahmin edilirdi. Karşı-devrimin kişnemesi de gelişen devrimin işaretidir. İran’da bu kişnemeyi uzun zamandır duymaktayız. Mollalar ve din adamları, İslamcı reformistler ve The Economist birbirlerini devrim hakkında uyardı. Çok yakınlarda Bay Rafsancani ve Bay Hatemi halka komünistlerin tehlikeleri hakkında tavsiyelerde bulundu. 16. Azar’da (6 Aralık Üniversite Öğrencileri Günü) “Herkese Ekmek ve Özgürlük” bayrağı yükseltmiş öğrencilerle yüzleşen Hatemi birden 79 Devrimi’ndeki komünistleri hatırlattı ve öğrencilere Peykar Örgütü’nün kaderinden ders almaları yönünde tavsiyede bulundu. Rafsancani de işçiler içindeki rejimin kendi örgütü Hane Kargar’ın kongresinde konuşurken işçileri sosyalist ve komünist sloganlarla kandırılmamaları için uyardı. Atlar kişniyor. Bunlar hâlâ küçük göstergeler ve sinyallerdir. Toplumsal ölçekte, rejimi reforme etme ve aşamalı olarak başkalaştırma, İslami “reformlar”, monarşiyi geri getirme ve tepeden rejim değişikliği konularında birbirleriyle çatışan ve farklılıkları böyle sorunlara göre tanımlanmış siyasal güçlerin, her birinin kendi referandum projesi olan hareketlerin, birbirleriyle monarşiyi yeniden inşa etme veya Yüce Önder’in (Veli-yi Fâkih’in) otoritesini sınırlandırma konularında mücadele eden güçlerin, bütün bu güçlerin hepsinin farklılıklarını gözardı etmekte ve tek bir bayrak, siyasal olarak devrime karşı savaşmanın bayrağı altında hizalanmakta olduğuna tanık olmaktayız. Hükümetin biçimi konusundaki iç mücadele bir yana bırakılıyor ve deprem sınıf sisteminin temelini sallarken opozisyon ve pozisyondaki yönetici sınıfa ait bütün güçler sistemin temellerini korumak için birieşiyorlar. O zaman türban veya taç hiçbir fark yaratmaz. Konu başı kurtarmaktır. Bir süreliğine taç türbanla değiştirildi ve İran kapitalizmi kurtarıldı. Ancak, bugün böyle bir yanıt mümkün değildir. Bu güçler rejimin sınıfsal karakterini kurtarmak için bir araya geliyorlar. Bu güçlerin iç çatışmaları toplumda sol ve devrim tehlikesinin yansımasıydı. Ancak, sol ve komünizm tehlikesine karşı geleceği kurtarmak için sınıfsal sağgörü ve birlik bütün bu gerilimlerin yerini aldı. Açıktan bunu ilan ediyorlar ve birbirlerine yakınlaşıyorlar. İKİP’in Dördüncü Kongresi’nde ilişkilenişlerin devrime göre biçimleneceğini söyledik. Bugün böyle ilişkilenişlerin sınıfsal çıkarlar etrafında ve net ve açık sınıf karakteriyle edimselleşmekte olduğuna tanık olmaktayız. Rejimdeki pro-Hatemi reformist sistemi kurtarmak istediğini söylerken daha ılımlı ve yenilenmiş İslam Cumhuriyeti demek istemektedir ancak rejim dışından bir kimse sistemi destekliyorsa bu temel çıkarları ve erekleri kurtarma yanlısı olduğu anlamına gelir. Kuran’a veya herhangi bir dini koda dayalı bir anayasa oluşturmamayı Evrensel İnsan Hakları belgesine dayanmaması koşuluyla kabul ediyor. Devrimi önlemek ve toplumu komünistlerden kurtarmak için sürgün kralla işbirliğini kabul ediyor. İran’da devrim ve sosyalizm tehlikesi ve dolayısıyla buna dayalı sınıfsal ilişkilenişler herhangi bir toplumdan çok daha ciddi ve kaçınılmazdır.

 

İran toplumu iki ana sınıf ve iki toplumsal ve ekonomik alternatif etrafında kutuplaşmaya başlamıştır. Bir kutupta İslam Cumhuriyeti ve kapitalist sistemin diğer bütün destekçileri, öteki kutupta toplumu kurtarmak için en uygar ve insancı alternatifi ile işçi-komünizmi yer almaktadır.

 

İslam Cumhuriyeti: Çağdaş Kapitalizmin Çözümsüzlüğünün ve Gericiliğinin Simgesi

Soğuk Savaş sonrası dünya çürümüş bir dünyadır. Egemen ve resmi siyaset, kültür ve değerler toptan karanlık, gerici ve insan karşıtıdır. Ana sorun neyin istenileceği, ne yapmamız gerektiği, bu karanlık dünyanın rengini değiştirmeye nereden başlayacağımızdır. Nereden başlamalıyız? Batı modellerinden mi başlayalım? Serbest pazar modeli? Rejim değişikliği modelleri? Bomba modeliyle demokrasiyi ithal etmek? Ne yapılmalı? Yanıt herhangi bir kimsenin isteminden bağımsız olarak İran’da biçimlenmekte olan nesnel görüngüde yatıyor. Yanıt 70 milyonluk bir toplumda çağdaş kapitalizmin vahşetinin simgesini deneyimleyen ve onu istemeyen ve kabul etmeyen işçilerin ve halkın devriminde yatıyor.

 

İran Soğuk Savaş sonrası dönemde yığınsal sol kurtuluşçu ve insancı devrimin biçimlenmekte olduğu ilk ülkedir. İran Devrimi dünya insanlarının Yeni Dünya Düzeni’nin barbarlığından kurtuluşunun başlangıcı olabilir. İran neden böyle özel bir konumdadır? Çünkü siyasal İslam İran’ı yönetiyor. Çeyrek yüzyıldan daha fazladır vahşetin, gericiliğin, geriliğin ve çağdaş burjuvazinin çözümsüzlüğünün simgesi İslam Cumhuriyeti iktidardadır ve uygarlığı, modernliği ve insanlığı karşıt hatta, opozisyon hattına itti. Böyle bir durumun dolayımsız ve “doğal” sonucu toplumda sosyalist özgürlükçülüğün ve eşitlikçiliğin etkililiği ve seçilebilirliği ve yalnızca işçi sınıfı içinde değil kadınlar, gençler ve toplumun geniş çoğunluğu arasında işçi-komünizminin genişlemesi ve büyümesidir.

 

Şu an İslam Cumhuriyeti uluslararası kapitalizm kampının saflarında özel bir yere sahiptir. İslam Cumhuriyeti iktidarı 11 Eylül’den çok önce İran’da iktidarı ele geçirmiş olsa da o zamandan beri sonradan büyüyecek ve genişleyecek ve dünyada yaygınlaşacak bu gerici eğilimleri ve hareketleri temsil etti. İslamcı terörizmin bir ana üssü ve merkez noktası İran’daki İslam Cumhuriyeti’dir. Diğer yandan Batı ülkelerinin İslam Cumhuriyeti’ne karşı bütün itirazlarına ve olabilecek bütün zıtlaşan çıkarlarına karşın   Batı’nın [bu yönetim biçimiyle] İslamzede ülkeler için en mümkün hükümet ve bir model olarak sorunu yoktur. Batı ve ABD hiçbir zaman İslam Cumhuriyeti’nin iç politikalarına eleştirileri olmadı . İran’da insan haklarının ihlaline ilişkin ne zaman müzakere önerisinde bulunuyorlarsa siyasal İslam’ın dış politikalarını sınırlamanın ve onu geriye itmenin peşindeler.

 

ABD bugün Afganistan’da Karzai tipi hükümeti ve Irak’ta Sistani’nin modelini destekliyor. ABD bu tip siyasal İslam’ı destekliyor ve İran’daki İslam Cumhuriyeti’ni bu yönde değiştirmek istiyor. Şu an Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar için bile

İslami yasalara ve şeriata dönüş desteklenmekte ve bu Batılı devletler, özellikle Britanya ve Kanada hükümetlerince reçete olarak sunulmaktadır. Batı hükümetlerinin İslamzede ülkelerdeki şeriat yasasına, recme, İslami hapsetmeye ve işkenceye temel bir itirazı yoktur. İslamcı terörizm diye adlandırdıkları ve savaştıkları Batı hükümetlerinin erekleri, çıkarları ve politikalarıyla çelişen siyasal İslam’dır. Eğer İslam Cumhuriyeti’nin bu ABD karşıtı yönleri inceltilebilirse o zaman bu rejim de Afganistan ve Irak’taki hükümetlere benzer biçimde Ortadoğu ülkeleri için en istenilir burjuva hükümet olarak uluslararası burjuvazice desteklenecektir. 79 İran Devrimi’ne karşı geçici bir çözüm olarak sunulan şey Batı’nın ardında olduğu Yeni Dünya Düzeni’nde yapısal bir konum kazanmaktadır.

 

İslam Cumhuriyeti çağdaş uluslararası burjuvazinin gericiliğinin ve çürümesinin örneği, simgesi ve kristilizaysonudur. Bu geriliğinin her özgüllüğü ve niteliği İslam Cumhuriyeti’nde mevcuttur ve bu onu dünyada siyasal İslam’ın hatta Batı yanlısı siyasal İslam’ın üssü ve belkemiği yapmaktadır. Eğer İslam Cumhuriyeti olmasaydı bugün Karzai ve Sistani iktidarda olmazdı. Diğer yandan, İran’da İslam Cumhuriyet’i çeyrek yüzyıldan fazladır iktidarda olduğundan İran toplumunun kaderi Irak ve Afganistan ile aynı olmayacaktır. Opozisyonda ve pozisyonda siyasal İslam bütün toplumsal etkililiğini ve istenirliğini ve böylece İran’daki bütün siyasal kullanım değerini kaybetti. Batı burjuvazisi 79 Devrimi’ne karşı siyasal İslam kartını kullandı. Bugün siyasal İslam Ortadoğu ülkeleri için bir burjuva hükümet modeline döndü. Bu anlamda İslam artık Ortaçağlara ait dini bir etiket değil bir sınıfın bayrağıdır, Bu İran’ı yöneten İslam’dır ve ne ABD’ye karşı ne de ABD nezdinde bir rol oynayamaz. ABD İran’da müttefiki veya düşmanı olarak siyasal İslam kartına sahip değildir. Afganistan’da Molla Ömer’e karşı Karzai’si, Irak’ta şimdi Muktada El-Sadr’a karşı Sistani’si var. Ancak İran’da böyle bir olanağa sahip değildir. Siyasal İslam İran’da bitti ve iktidarda Yüce Önder ve Hatemi’siyle ve opozisyonda Soroush, Haccariyan, Taberzadi, vd.leriyle bütün enerjisini ve potansiyelini tüketti. Toplum her iki durumda da siyasal İslam’ı aştı. İslam tükenişte ve Ortadoğu’da, İran gibi bir ülkede İslam siyasal olarak yararsız olduğunda burjuvazinin başı beladadır. Hem yerel hem de uluslararası burjuvazinin başı beladadır. Bu İran’da karşı-devrimin yüzleştiği çıkmazdır.

 

İran’da Sınıfsal Kutuplaşma ve İşçi-komünizminin Ortaya Çıkışı

Uluslararası işçi sınıfının bayrağı işçi-komünizmi İran’da İslam Cumhuriyeti’ne karşı yükseltildi. Son çözümlemede bu da 79 Devrimi’nin sonucudur. Gerçekte İran toplumu çağdaş gericiliğin simgesi ile uygarlık ve insanlık arasındaki uluslararası savaşımı yansıtıyor. İran Komünist-İşçi Partisi İran toplumunun arzularını, ihtiyaçlarını ve beklentilerini temsil ediyor. Bu dinin devletten ve toplumdan ayrılmasını talep eden seküler, din karşıtı bir toplum, “kendi tarihi”, “kendi kültürü”, “kendi yasaları” hakkında yanılsamaları olmayan genç bir toplumdur. Bu toplum yalnızca İslam Cumhuriyeti’nin ötesine gitmedi aynı zamanda “reformculuğu”, monarşist nasyonalizmi, yarı-cumhuriyetçi, yarı-nasyonalist ve yarı-dini hareketi de aşıyor. “Köklerine dönüşü” ve “kendi kültürümüze” dönüşü aştı. Bu toplumun bu konumlara yönelik bir yanılsaması yoktur ve insancı ve evrensel değerlere sahiptir. İran toplumu bu anlamda biriciktir. İran toplumu ayrıksıdır çünkü gündelik olarak çeyrek yüzyıldır anti-Amerikanizm ve anti-Batıcılık etiketi altında dinin, doğuculuğun, gericiliğin ve barbarlığın siyasal hakimiyetini deneyimledi. İran toplumu arzuları, ihtiyaçları ve beklentileri anlamında solcudur. Bununla birlikte, egemen üstyapı, yönetici yasalar, ilişkiler ve hükümet biçimi ve İslam Cumhuriyeti’nce topluma dayatılanlar çağdaş dünyadaki geriliğin örnekleri ve simgeleridir. İran’daki sınıf mücadelesi bu temel çelişkiye yansımaktadır. İnsancı, modern ve seküler beklentileri olan sol kanat bir toplum ile çağdaş uluslararası burjuvazinin gericiliğinin ve geriliğinin simgesi insan karşıtı rejim ve sistem arasında bir çelişki bulunmaktadır. Bu çelişki kökeninde, özünde ve içeriğinde bir sınıf çelişkisidir. Bu uluslararası işçi sınıfı ve uluslararası burjuvazi çıkarları arasındaki çelişkinin dışavurumudur. Sınıflar arasındaki uluslararası karşılaşma açıkça yönetici sistemden ve dini hükümetten bıkmış işçi yığınları ve halk ve daha özelde İran Komünist-İşçi Partisi ile İslam Cumhuriyeti arasındaki savaşım olarak İran’ın siyaset sahnesinde görülebilir. İran baş karakterlerinin uluslararası işçi sınıfı ve uluslararası burjuvazinin olduğu bir siyaset tiyatrosundaki sahnedir. Bu, gelişen İran Devrimi’nin sınıfsal özüdür ve dolayısıyla bu çatışmadaki zafer ya da başarısızlık yalnızca İran’daki 70 milyonluk insanın siyasal kaderini belirlemekle kalmayacak uzun bir dönem için dünya insanlarının da kaderini belirleyecektir. Siyasal İslam, ipini koparmış Amerikan militarizmi ve serbest pazar kapitalizminin mutlakiyetçiliği gibi çağdaş anahtar sorunların kaderi İran’da belirlenecektir. İran Devrimi’nin zaferi burjuvazinin dünyaya dayattığı yozlaşma sürecini durduracak ve ters bir yolu başlatacaktır. Hem İslamcı terörizme hem de Batı’nın terörizmine direnmenin insancı çözümü burada yatıyor. Eğer nükleer silahlar sorununu çözmek istiyorsak, eğer insan haklarını ve sivil toplumu savunuyorsak, eğer rejim değişiklikleri siyasetini, önleyici vuruşları ve bombalarla demokrasi ihracını sonlandırmak istiyorsak çözüm için gelişmekte olan İran Devrimi’ne bakmalıyız.

 

İran Devrimi’nin Özgüllükleri ve Özellikleri: Yeni Dünya Düzeni’nin Toplumsal Eleştirisi

Bu global bağlamda İran’ın siyasal durumunun çözümlenmesi gelişen İran Devrimi’nin yalnızca sosyalist bir devrim olabileceğini gösteriyor. İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışı ve kalıcılığı İran’da kapitalist sistemi kurtarmakta yerli ve uluslararası burjuvazinin çözümsüzlüğünün ve yeteneksizliğinin sonucudur. Burjuvazinin başka bir çözümü ve alternatifi yoktur. Geleneksel burjuva hükümet modelleri sorunu yanıtlamıyor. İran’da ve bölgede monarşist diktatörlükler saf dışıdır. Zahir Şah’ı Afganistan’a geri getiremezler ve Irak’ta monarşiye dönmekten bahsedilmemiştir bile. Her iki durumda da iktidara nasyonalizmin, dinin ve etnisizmin bir karışımını getirmek zorundaydılar. İran’da da burjuvazinin monarşiyi geri getirme olasılığı yoktur. Rıza Pehlevi bile bunun farkına vardı. Tacından vazgeçti ancak henüz herhangi bir dikkat çekmedi. Nasyonalist-dini karışım 25 yıllık İslam Cumhuriyeti’nin barbarlığı sayesinde alternatif olamaz. İran toplumu ne monarşinin yeniden tesisini kabul eder ne de iktidarın İslamcı “reformizm”le, Mücahidin’le veya dine bulaşmış herhangi bir başka opozisyon grubuyla ele geçirilişini onaylar. İslam Cumhuriyeti derin bir siyasal, toplumsal ve ekonomik krizle yüzleşmektedir ve ne yerli ne de uluslararası burjuvazinin bir alternatifi vardır. İşçiler ve halkın geniş çoğunluğu İslam Cumhuriyeti’nden sonra İran’da etnik-ulusal-dini hükümetin ele geçirmesine izin vermez. Nesnel siyasal ve ekonomik nedenlere ve özgüllüklerine bağlı olarak İran Devrimi anti-kapitalisttir ve Yeni Dünya Düzeni çağı kapitalizminin tercih edilen modellerine karşıdır.

 

Devrim olumsuzlayıcı bir görüngüdür. Yadsıma ve eleştiridir. İran’daki nesnel koşullara ve dünyanın politik-ekonomik gerçekliklerine göre İran Devrimi dini hükümetin eleştirisi ve yadsınmasıdır. Dine, etnisiteye ve ulusallığı dayalı herhangi bir devletin eleştirisi ve reddidir. Nasyonalizmin, dinin, Doğuculuğn, anti-Batıcılığın ve “köklere dönüşün” toplumsal eleştirisidir. Rejim değişikliğinin, kadife darbenin ve bombalarla demokrasi ihracının reddedilmesidir. Ekonomik kemer sıkma siyasetinin, yoksulluğun ve Dünya Bankası’nın felaket reçetelerinin eleştirisi ve reddidir. İran Devrimi ayrımcılığı sona erdirmek için sosyalist ayaklanmadır. Açımlanan İran Devrimi Soğuk Savaş sonrası dönemdeki Yeni Dünya Düzeni’nin toplumsal eleştirisidir. Daha kesin koyarsak, bütün nesnel koşullara bağlı olarak İran Devrimi böyle olabilir ve bizim Partimiz bunun böyle olacağını güvenceye alıyor.

 

Devrimin motoru temelde işçiler, gençlik ve kadınlardır. İran toplumunun gençliği belirleyici bir faktördür. Gençler İran toplumunun yüzde yetmişini oluşturuyor ve bu yalnızca demografik bir konu değildir. Toplumun genç olması toplumun çoğunluğunun eski kuşağınkinden farklı olan bir siyasal dönemde gözlerini açtığı anlamına gelmektedir. Yeni kuşak dine, doğuculuğa ve gericiliğe karşı büyüdü. Bu kuşağın perspektifi, düşünceleri ve idealleri insancı ve evrenseldir. Teknoloji, uydular ve İnternet dünyayı küçülttü ve artık bir toplumu dünyanın geri kalanından yalıtmak mümkün değildir. İran’daki genç kuşak dünyayı tanıyor. Kendilerini dünya yurttaşı olarak görüyor ve kendi yaşamlarını en ileri toplumlardaki insanların yaşamlarıyla karşılaştırıyor. Yaşamdan beklentileri ulusal, yerli ve yerel değildir. Sanata, kültüre, yaşam tarzına ve sosyal ilişkilere geldiğinde en iyileri, en ileri ve en gelişmişi talep ediyorlar. Ülkücülük, modernizm, uygarlık, insancılık, herhangi bir dini ve ulusal önyargıdan kurtuluş, nostaljinin ve doğuculuğun yadsınması bu kuşağın toplumsal deneyiminin kendiliğinden özgüllüğü ve sonucudur. Bu özgüllükler dünyada ve İran’da iktidarda olsun nasyonalist-dini opopzisyonun bir parçası olsun sermayenin genel eğilimine mutlak karşıttır.

 

İşçi sınıfı hareketinin gençliği ona yeni özellikler atfediyor. İran işçi sınıfının uzun bir geçmişi vardır ancak toplumsal üretimde ve toplumun siyasal gelişmelerinde belirleyici bir sınıf olarak işçi sınıfı 60’lar süresince ve Toprak Reformu ile sahneye çıkmıştır. 79 Devrimi’nin başlangıcında işçi sınıfının ana gövdesi 60’lar ve 70’ler boyunca şehirlere göç eden işçilerden oluşmuştu ve bu gerçek, dönemin emek protestolarına yansıdı. 79 Devrimi “çevre sakinleri”nin, iş bulmak için şehirlere göç eden işçilerin protestolarıyla başladı. Bu işçiler köy yaşamına eleştirel bakıyordu ve idealleri şehirli işçinin standard yaşam tarzıydı. Bu, genel ölçekte İran’ın 60’lar ve 70’ler’in işçi kuşaklarının özgüllüğüydü. Bu dönemin işçi sınıfı bu geçici durumun, ergenlik çağının ve olgunlaşmamasının izini taşıyordu. Bu özgüllükler işçi sınıfının içsel gelişmelerine, taleplerine, arzularına, mücadele mekanizmaları ve yöntemlerine, dayanışma ve örgütlenme derecesine, işçi sınıfının önderlerinin ve aktivistlerinin yöntemlerine yansıdı. Aynı zamanda siyasal açıdan, işçi sınıfının kendisini sol örgütlerle nasıl bağlantılandırdığında tınladı. İşçi sınıfı deneyimsizdi, düşük beklentileri ve sınırlı istemleri vardı. Dağınıktı. Örgütlenmenin gerekliliğinin farkında değildi.

 

Siyasal bakış açısından bu hareket toplumun sınıfsal eleştirisine, siyasal arenada kendini ifade etmeye, siyasal iktidarı ele geçirme çarpışmasında iddiada bulunmaya ve mevcut olmaya yabancıydı ve sonuçta parti ve siyasal örgütlenme ile tanışmıyordu. Siyasal iktidarı burjuva partilere bırakmak, partinin kötülenmesi ve işçi sınıfı hareketi içerisinde işçicilik bu koşulların ürünüydü. Bu Toprak Reformu’nu izleyen iki on yıl süresince işçi sınıfı hareketinin çocukluk hastalığıydı.

 

60’ların ve 70’lerin işçi sınıfı hareketlerinin kendi pratik önderlerini, aktivistlerini ve örgütleyicilerini üretecek zamanı yoktu. Mansur Hikmet’e göre Marx’tan önce bile Avrupa işçi sınıfı hareketinde varolan işçi-komünist eğilim 60’ların ve 70’lerin İran işçi sınıfı hareketinde biçimlenmemişti. Bu dönemin işçi sınıfı öncüsü ve aktivisti ilk önce Marksist olmalı ve sonrasında işçilerin sorunlarıyla yüzleşmeliydi. O zaman, İran’da işçi sınıfı önderi ve aktivisti ya Tudeh Partisi’ndendi ya da gerillacı ve Maocu yaklaşımların ve örgütlerin nüfuzu altındaydı. Kitaplar yoluyla solcu oluyordu ve sonradan işçilerin kurtarılması gerektiğini anlıyordu. Dahası, bu kurtuluş yalnızca uzun bir bağımsız sanayilerin ve ulusal burjuvazinin oluşumu ve büyümesi güzergâhı sonrasında gerçekleşebilirdi. Dönemin işçi sınıfı içindeki sol eğilimleri işçi-olmayan solun uzantılarıydı ve işçi sınıfı içindeki diğer sınıfların kapitalizmin yetersizliklerine ve azgelişmişliğine yönelik eleştirilerini temsil etmekteydi.

 

Yeni işçi sınıfı kuşağı bütün bunların yadsınmasıdır. Yeni işçi sınıfı kuşağı şehirlerde büyüdü ve şehirlerde oturuyor. Yaşamı eleştirisi kentli işçiye aittir. Yeni işçi sınıfı kuşağı Marksizm’i Halk Cephesi’nin, popülizmin ve Tudeh Partisi’nin yorumuyla öğrenmedi. Bu kuşak Marksizm’den konuştuğunda Sovyetler Birliği’ne dayanmayı kastetmiyor. Sovyetler Birliği solu yok. Marksizm’den konuştuğunda azgelişmiş İran’ı endüstriyel İran’a dönüştürmek istediğini kastetmiyor. Bunları işçi sınıfına satacak Halk Cephesi yok.

 

Siyasal olarak, yirmi beş yıllık İslamcı iktidar yeni işçi sınıfı kuşağını İran’ın geri kalan yüzde yetmişlik genç nüfusu gibi dine, geriliğe, doğuculuğa eleştirel ve modernizmin, insanlığın ve insan uygarlığının en son kazanımlarının destekçisi yaptı. Çağdaş işçi sınıfı hareketinde, önceki dönemin işçi sınıfı hareketinin tersine ulusal ve dini eğilimler nüfuza sahip değildir ve sol, endüstriyalizm, bağımsızlıkçılık ve anti-Batıcılıkla özdeşlenmiyor.

 

İşçi sınıfı hareketinin çağdaş aktivisti toplumsal kendini-ifadenin ve aleni mücadelenin biçimleri ve mekanizmalarıyla tanışıktır ve bunları kullanmaktadır. Siyasal olarak varolan sistemi eleştirir ve protesto eder. Kendisini Parti’den ve siyasal örgütten yalıtmaz, tersine onu talep eder ve onun yanındadır. İşçi sınıfının olgunlaşmadığı döneme ait bazı eğilimleri hala işçi sınıfı hareketinin eski aktivistlerince temsil ediliyor olsa da bu eğilimler çağdaş işçi sınıfı hareketinin özgüllüklerini belirlemiyor. Bu eğilimlerin işçi sınıfının geniş kesimi üzerinde nüfuzu yoktur, nötralize ve marjinalize edilmişlerdir.

 

Bu hareket ne kendi geçmişine benzer ne de Mısır’ın, Türkiye’nin veya Yunanistan’ın işçi sınıfı hareketine. Ne de Avrupa işçi sınıfına benzer. Belki sendikalizmin baskın olmasından önceki Avrupa işçi sınıfı hareketi gibidir. Paris Komünü’ne benzemektedir. Bu hareketteki sol eğilim Mansur Hikmet’in sözettiği toplumsal anlamında işçi-komünizmidir. Parti’miz bu eğilimin partisidir. Bu anlamda Parti’mizin topluma sunduğu programı, erekleri ve alternatifi işçi sınıfının topluma sunduğu program ve alternatiftir. Gelişen İran Devrimi her diğer devrim gibi nesnel bir görüngüdür. Ancak her devrimde olduğu gibi devrimi arzulayan ve bekleyen ve toplumunun önüne devrim ufkunu sunmayan istençli ve bilinçli bir güç olmadan gerçekleşemez. Bu istençli ve bilinçli güç İran Komünist-İşçi Partisi’dir.

 

Gelişmekte olan İran Devrimi işçi-komünist eğilimi ve İran Komünist-İşçi Partisi etrafında biçimlenecektir. Toplum işçi sınıfının kurtuluşunu istediğinden değil, tersine işçi sınıfı ve partisi toplumun kurtuluşu bayrağını taşıdığından bu böyledir. Nesnel olarak dinin boyunduruğu altında olan ve modernizme, uygarlığa ve insancılığa, özgürlüğe ve eşitliğe susamış İran toplumunun kurtuluş rotası devrim ve sosyalizmden geçiyor. Parti’miz bu bayrağı İslam Cumhuriyeti’ne ve bütün yerli ve global devrim karşıtı kampa karşı İran’da yükseltti. Yüzelli yıl önce Komünist Manifesto işçilerin kendilerini yalnızca bütün toplumu kurtararak özgürleştirebileceklerini ilan etti. Bugün, bu tez İran’da herhangi bir yerden çok daha fazla geçerlidir.

 

Türkçesi: Özgür Yalçın

Hamit Takvai İran Komünist-İşçi Partisi lideridir.

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *