Lübnan Savaşı ve Ortadoğu Bunalımında Yeni Boyutlar bu savaş yeni dünya düzeni barbarlığı çerçevesinde yer alıyor

 

Hamit Taqvai

 

İsrail’in Lübnan’a saldırıya geçmesinden yirmi günden fazla bir süre geçiyor, her geçen gün bu facianın korkunç boyutları genişliyor. Ne bir tesadüf ne bir istisna olan bir tek Kana katliamı bile bu savaşın canice yönlerini gözler önüne sermeye yetiyor. Ortadoğu’nun kan ve ateş dolu geçmişiyle bile karşılaştırıldığında bu savaş, şu ana dek cinayet ve barbarlıkta yeni bir rekor sayılabiliyor.

 

Yirmi günü aşkındır bir toplum ateş altında. Yüzlerce ölü, binlerce yaralı, yollar, evler ve kentlerin yıkımıyla gelen milyarlarca dolarlık zarar savaşın şimdiye kadarki sonucunu oluşturuyor. “Uygar” devletlerse bunları izlemekle yetiniyor, dolaylı veya doğrudan savaşı destekliyor. Barbarlığın ve cinayetin ölçüleri gerçekte bu savaşa egemen olan biçim, içerik ve bu savaşın benzersiz ereklerinden kaynaklanıyor.

 

Lübnan’da sürmekte olan savaş, gerek içeriği gerekse biçimi, gerekse savaşa egemen siyasetler açısından Ortadoğu’daki bütün önceki savaşlardan farklıdır. Son otuz yılda İsrail defalarca Lübnan’a saldırdı ancak saldırılarının yıkımı, katliam ve savaşın boyutları asla bu denli şiddetli değildi. İsrail tankları defalrca Filistin köylerini yerle bir etti. Sabra ve Şetila’yı kimse unutmadı. Ancak Kana’ya yapılan saldırı başka. Kana bütün bir toplumla birlikte yıkılan bir köydür.

 

Bu savaş ABD’nin Irak’a saldırısı cinsinden, yeni bir savaştır. ABD de Al Kaide’yle savaşta olduğunu, güvenliğinin tehlikede olduğunu ileri sürüp Irak’a saldırdı ve bir toplumu yıkıma uğrattı. Sürmekte olan savaş bu kez İsrail tarafından Lübnan halkına karşı gerçekleştirilen aynı “şok ve korku” savaşıdır. İsrail bu savaşta Irak’a saldırı modelini, terörizme karşı Batı demokrasisi cephesinin savaşı örneğini izleyip gerçekleştirmektedir. Biçimi açısından bu savaş Yeni Dünya Düzeni’nin barbarlığı ve caniliği çerçevesinde yer almaktadır.

 

Bu savaşın içeriği de farklı. Bu savaşın nedeni ne? Erekleri hangileri? Savaşlar boyutları ve gerçekleşme biçimlerinden bağımsız olarak belirli bir siyaseti ilerletiyor belirli bir ereği izliyor. Bu savaş hangi siyasetlere dayanıyor? İlk usa gelen yanıt doğal olarak Filistin sorunu ve İsrail devletinin Filistin halkına karşı öteden beri sürdürdüğü baskı ve yayılmacı politikalarıdır. Görünürde bu savaş eskiden beri sürmekte olan Arap-İsrail çekişmesinin yeni bir perdesidir ve İsrail devleti her zamanki gibi Filistin sorununa demir yumruk ve savaş makinasının gücüyle karşılık vermektedir. Ancak bu açıklama sorunun bütün boyutlarını açıklayamamaktadır. Bu karşılaşmanın temelinde Filistin sorunu yatmakta ancak eskisinden bütünüyle ayrı bir bağlamda yer almaktadır. Aslında Filistin sorunu bu savaşın doğrudan konusu değil kurbanıdır. Filistin ve Lübnan halkının yanı sıra bizzat Filistin sorununu da bu savaşın zayiatından saymak gerekir. Daha doğrusu taraflar Filistin halkının gerçek sorununu kurban etmeye çalışmaktadır.

 

Bu savaşın muhatabı siyasal İslam’dır, bu da sorunu bütünüyle değişime uğratıyor. Filistin sorunu her zaman uluslararası blokların karşılaşmasının çerçevesi ve kabı oldu. Soğuk Savaş döneminde Batı ve Doğu blokları Filistin sorunu bağlamında karşı karşıya geliyorlardı. Bu kezse karşılaşma Batı devlet terörizmi kampıyla siyasal İslam arasında gerçekleşiyor. ABD ve İsrail’ın karşısındaki bloğun değişmesi sorunu da değiştiriyor.

 

Geçmiş dönemlerde Batı ve Doğu bloklarının bütün karşılaşmalarının Ortadoğu’daki görünümü Filistin sorunuydu, resmi ve diplomatik düzeyde tartışma konusu olan şey de, en azından görünürde, Filistin devletinin kuruluşu, işgal altındaki topraklar, mültecilerin yazgısı vb idi. Geçmişte, Ortadoğu’da bütün çekişmelerin ve savaşların konusu, bu karşılaşmalar iki uluslararsı bloğun çekişmesi biçiminde gerçekleşse bile, Filistin sorunuydu. Bu sorun çözülmeden kaldı. Ancak savaşın doğrudan konusu bu kez uluslararası blokların, Arap devletleri veya İsrail’in bu soruna ilişkin çözümleri değildir. Bu savaş Filistin sorununu kurban etmek için, bu sorunu gündemden çıkarmak için, Ortadoğu sorunuyla ilgisiz olduğunu bildirmek için ve unutturmak içindir. Filistin halkı İsrail’in Altı Gün Savaşları’nda işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Yahudi yerleşim birimlerini kaldırmasını, bağımsız, eşit haklara sahip Filistin devletini tanımasını istiyor. Ortadoğu sorununun gerçek çözümü budur. Ancak ne bu savaşta, ne de ateşkes ve kalıcı barış tasarılarında sorunun bu temeline en ufak göndermede bulunulmuyor.

 

ABD ateşkesle muhalefetini gerekçelendirmek için kalıcı bir barıştan yana olduğunu ileri sürüyor; geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Condalizza Rice bu kalıcı barış planını açıkladı. Bu tasarıda ivedi ateşkesten söz edilmiyor. (Aslında ateşkesten söz etmemek için bu tasarıyı ortaya attılar!) İlk adımının ateşkes olmadığı bir barış tasarısı yandaşlarının barışçılık savlarının kofluğunu yeterli açıklıkla gözler önüne seriyor, yine de önemli olan konu bu değil. Önemli olan bu tasarıda Filistin adının bile anılmamaış omasıdır. Barış planı, hem de kalıcısından, öneriliyor ama sorunun köküne en ufak göndermede bulunulmuyor. Buna karşılık ivedi ateşkesin çözüm olmadığını, çünkü çabucak çökeceğini, gerçekte geçici olacağını ileri sürüyorlar (ABD’nin ileri sürdüğü barış koşullarının oluşması için ise kaç bin kişinin daha ölmesi, kaç yüz bin kişinin daha yersiz yurtsuzlaşması gerektiği bilinmiyor). Ateşkeslerin bozulmasına neden olan şeyin her şeyden önce ve temelde Filistin halkının temel haklarının İsrail devletince yadsınması olduğu bilinmiyor mu? Temelde yatan sorunun Filsitin halkının sorunu olduğu herkes tarafından bilinmektedir, bütün tasarılar günümüze dek şu ya da bu biçimde bu sorunu karşılamaya çalıştı. Camp David’ten Oslo ve Madrid Anlaşmaları’na dek, toprağa karşı barış stratejisinden Yol Haritası planına dek bütün tasarılar bir biçimde, temelde İsrail’in lehine ve en iyi durumda Filistinliler ve Arap ülkelerine bazı ödünler verilerek, Filistin sorununu çözmeye çalıştı. Bu tasarılardaki pazarlık ve tartışma konuları Gazze Şeridi ve Bati Şeria, Kudüs ve iki devletin başkenti, işgal altındaki topraklarda Yahudi yerleşim birimleri vb oldu. Bu konular çözülmedikçe Filistin sorununun çözümünden, dolayısıyla da Ortadoğu’da kalıcı barıştan söz edilemeyeceği bilinmektedir. Son savaş ve bu savaşı sona erdirme tasarıları tam da bu temeldeki sorunu yadsımaktadır. Lübnan’da süren savaş aslında Filistin sorununu “kaçırdı” ve alıkoydu, Ortadoğu bunalımını iki terörist kutbun karşılaşması çerçevesine yerleştirdi.

 

Sorun böylece siyasal İslam ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi karşılaşmasına dönüştürüldü. Sorun Ortadoğu’da Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde dışavuruluyor, diplomasi ve devletlerin propagandası düzeyinde de savaş ve savaşın durudurulması nedenleri bu çerçevede ortaya atılıp izleniyor. İsrail Devlet Sözcüsü birkaç gün önce, tam da böyle bir konumdan İsrail’in bölgede demokrasi temsilcisi olduğunu, İslami terörizme karşı uluslararası demokrasiyi temsilen savaşan uluslararası bir güç olduğunu dile getirdi. ABD ve İsrail devletlerinin öteki yetkilileri de defalarca benzer açıklamalrda bulundular. İşte bu mantığa dayanarak başta ABD olmak üzere Batı devletleri ateşkesten yan cizebiliyor utanmzaca savaşı savunabiliyorlar.

 

Mantıksız Savaş! İsrail Niye Savaşıyor?

Sorunun teröristler savaşı çerçevesinde sunulup ortaya atılması tarafların ilan edilmiş, resmi siyasal ve askeri politikalarını anlamsızlaştırıyor. İsrail’in ABD ve İsrail devletlerinin ileri sürdüğü türden askeri ve siayasal bir zafer kazanması olanaksızdır. Bir gerilla gücünü bir ülkeyi bombalayarak yenilgiye uğratmak olanaklı değildir. Bu yalnızca bu gücün siyasal ve askeri konumunu güçlendirir; bu da gerçekleşmiş durumda. İsrail saldırısına karşı kurban ve direniş odağı olarak Hizbullah geniş siyasal ve toplumsal bir destek elde etti. Bizzat Batılı kaynakların itirafına göre askeri açıdan da örgüte görülmemiş bir yönelme yaşanıyor. ABD’nin Irak’a saldırısının sonuçlarının aynısı –Irak’ta ve bölgede İslami güçlerin askeri-siyasal açıdan güçlenmesi- İsrail’in Lübnan’a saldırısının sonucunda bugünden Lübnan’da görülmektedir; böyle olacağı başından ortadaydı. Batı kampında bile askeri uzmanlar ve gözlemcilerin bir kesimi bu stratejinin boşunalığını ve sonuçsuzluğunu vurguluyorlar. (Örneğin, Lübnan’a karşı savaşın daha ilk günlerinde emekli ABDli bir general CNN’de yapılan bir söyleşide sürmekte olan savaşın askeri açıdan anlamsız olduğunu ifade etti.) Irak durumunda Saddam’ın devrilmesi bir toplumun ateşe ve kana bulanması, siyasal İslam’ın güçlenmesi pahasına önceden ilan edilmiş ulaşılan bir erekti. Lübnan’da süren savaşta bu düzeyde bir başarının elde etmesinden bile söz etmek anlamsızdır. Hizbullah [bu savaşla] devrilmeyecek. Savaş Hizbullah’ı güçsüzleştiremeyecektir bile. Bu savaş yalnızca ve yalnızca Hizbullah’ın siyasal ve askeri açıdan güçlenmesine neden olabilir.

 

Öyleyse İsrail ne diye savaşıyor? Konu teröristler savaşı çerçevesinde ele alındığında anlaşılabilir. Askeri güç gösterisi, top, tank ve uçak gücüne dayanarak bölgede hegemonya ve üstünlük kurma, halkı öldürerek korkutup sindirmek (sözcüğün tam anlamıyla devlet terörizmi), son olarak da Filistin halkının haklı isteklerinin ve davasının marjinalizasyonu ve başkalaştırılması İsrail’in bu savaşta izlediği ereklerdir. Bu savaştaki vahşet dayandığı terörist siyaset ve ereklerle uyum içindedir. Yeni Düzenci demokrasi kampını temsilen siyasal İslam’a karşı güç gösterisi ve üstünlük Altı Gün Savaşları, hatta Sabra ve Şetilla’ya saldırı türünden bir savaşı değil sonuçta siyasal İslam’ı güçlendirecek olsa bile Irak’a saldırı ve bir toplumu bütünüyle yıkıma uğratacak “şok ve korku” türünden operasyonlar gereksiniyor.

 

Teröristler savaşının kendine özgü mantığı bulunuyor. Yalnızca Ortadoğu bölgesinde değil bütün dünyada savaş ve askeri karşılaşma durumunu koruma çağımız iki terörist kutbunun tanımının ve varlık nedeninin temel ögelerindendir. Bu savaş yalnızca Beyaz Saray yeni-tutucuları ile Avrupa ve İsrail’deki işbirlikçilerinin Yeni Dünya Düzeni stratejilerinin çerçevesinde anlaşılabilir. Dünyayı hayır ve şer eksenlerine ayırmak, Yeni Düzenci demokrasi kampına karşı uluslararası bir düşman uydurmak bu stratejinin temelidir. Lübnan’a karşı savaş İsrail devletinin bütün yıkıcı gücüyle bu kampın Ortadoğu’daki öncüsüne dönüşmek istediğini göstermektedir.

 

Bu kamp, Batı devlet terörizmi kutbu, Regan’ın Şer İmparatorluğu’nu ilan etmesiyle varlığını duyurdu, Bush’un İslami terörizm ve Şer Ekseni’ne karşı cihat bayrağıyla bu varlığı sürdürüldü. Şimdi de İsrail bu kampın etkin bir üyesi olarak daha büyük uluslararası bir güç ve daha “meşru” bir konumdan Filsitin halkının temel haklarını yadsıma sürekli siyasetini sürdürmek için meydana çıkmaktadır.

 

Savaşın Siyasal İslam Açısından İstenirliği

Bu savaş Hizbullah’a ve genel olarak siyasal İslam’a dayatıldı mı? Hizbullah bu savaşın kurbanı mı? Ortadoğu’daki önceki savaşlarda Fetih Örgütü, İntifada gibi İsrail’in karşı tarafına ilişkin bu sorular olumlu yanıtlanabilirdi; durumların çoğunda da işin gerçeği buydu. Ancak bu savaşta bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Hizbullah, Hamas, Suriye ve İslam Cumhuriyeti’nden Irak’ın güneyindeki Şii örgütlere dek bölgedeki siyasal İslam kampı bu savaşı istiyordu. Savaş İsrailli askerlerin rehin alınmasından dolayı başlamadı ancak bu Hizbullah ve Hamas’ın gönül rahatlığıyla İsrail’e sundukları bir bahane oldu.

 

Bölgedeki siyasal İslam güçlerinin her biri başka nedenlerle bu savaşı istiyordu. Hamas Abbas’a karşı güçsüzleşmekte olan konumu güçlendirmek ve Filistin’de durumu kendi lehine çevirmek için gereksiniyordu. Hizbullah bu savaşı istiyordu çünkü şu ana kadar bir kesimini elde ettiği bu savaşın siyasal ve askeri getirilerinden yararlanmak istiyordu. Irak’ta Muktada Sadr gibi Şii örgütler için bu savaş Ortadoğu’da ortamın daha da karışması ve kendilerinin Irak iç siyasetinde üstünlük elde etmelerinin anlamına geliyordu. Lübnan’dan çıkarılan Suriye ve özellikle nükleer bunalım nedeniyle baskı altında kalan İslam Cumhuriyeti için bu savaş bu devletlerin bölgede, ABD ve Batı karşısında siyasal ve diplomatik manevralarında daha üstün bir konum elde etmesine yarayan bulunmaz bir nimetti. Suriye ve İslam Cumhuriyeti bu savaşta bölgedeki kolları yoluyla güç gösterisinde bulunabilir Batı’ya karşı daha iddialı, daha alacaklı biçimde çıkabilirler. İslam Cumhuriyeti şimdilerde nükleer sorun için değil Lübnan’da Hizbullah sorununun bir tarafı olarak görüşme masasına oturuyor savaşın sona erdirilmesinin aktörlerinden biri olarak ortaya çıkıyor, Suriye de ABD yöneticilerinden haber bekliyor. Bizzat Batılı yetkililer de değişik biçimlerde Suriye ve İslam Cumhuriyeti’nin bütün görüşmelerde taraf kabul edilmelerinin zorunluluğunu dile getirmişlerdir. Bütün bunlar bu savaşın siyasal İslam için ivedi, uğraksal getirileri arasındadır.

 

Daha temel ve daha stratejik bir düzeyde de bu savaşı siyasal İslam’ın özelde Filistin sorunu, genelde uluslararası bir hareket olarak siyasetlerinin devamı biçiminde görmek gerekir. Siyasal İslam her zaman İsrail’in yok edilmesini savundu. Günümüzde, İsrail’i tanımayan Hamas’ın iş başına gelmesiyle Filistin sorunu yeni bir çerçevede ortaya çıkıyor. Yaser Arafat yirmi yıl önce İsrail devletini resmen tanıdı, bu da sorunun barışçı biçimde, görüşme yoluyla çözülmesinin, Madrid ve Oslo Anlaşmaları’nın, toprağa karşı barış ve Yol Haritası tasarılarının başlangıcıydı (her ne kadar bunların hiç birinde sorun Filistin halkının lehine çözüme kavuşmuyorsa da görüşme kapısını aralık bırakıyor savaştan kaçınılmasını sağlıyordu). Günümüzdeyse siyasal İslam sorunu yirmi yıl geriletiyor. Geleneksel olarak anlaşmaları bozan, üzerlerinden tankalrı ve toplarıyla geçen taraf hep İsrail’di. Ancak günümüzde Filsitin halkının temsilcisi sıfatıyla Hamas İsrail’i tanımaktan, dolayısıyla iki devlete dayalı bütün çözümlerden yan çiziyor. İslam Cumhuriyeti de İsrail’in yok edilmesini, Ahmedinecad’ın deyişiyle İsrail’in haritadan silinmesini savunuyor. İslam Cumhuriyeti Hizbullah’ı destekleme siyasetini İsrail’in İsrailliler’in güvensizlik ve koşulların güçleşmesi nedeniyle kendi istekleriyle bölgeyi terk etmelerini, böylece İsrail’in fiilen ortadan kaldırılmasını sağlayacak İsrail kentlerinin füze yağmuruna tutulması biçiminde açıklamaktadır. Bunlar İslam Cumhuriyeti’nin resmi ve yarı resmi gazetelerinde yayımlanan görüşlerdir. İsrail’in ortadan kaldırılması bu konumun eksenini oluşturuyor. Hizbullah hep bu görüşü savundu. Başka bir deyişle siyasal İslam güçlerinin hiç biri tanım ve siyasal özgüllükleri gereği Filistin sorununun barışçıl çözümünden yana değildir.

 

Öte yandan İsrail’de sağcı Şaron hükümetinin iş başına gelmesiyle Yol Haritası ve genelde tarafların görüşmesi ve anlaşmasına dayalı bütün tasarılar fiilen ve açıkça bir yana itildi ve yerini askeri gövde gösterisine bıraktı. Bugün Lübnan’daki savaşın tarafları gerçekte birbirlerini yok etmek isteyen güçlerdir, bu da sonsuz savaş, yıkım, ölüm ve katliam anlamına gelmektedir.

 

Bu varlık yokluk savaşı Filsitin halkının sorununun çözümünü görülebilir gelecek perspektifin dışına çıkarıyor. Filistinli güçler eşit haklara sahip bir toplum ve bir devlet kurma ereğini İsrail’in yok edilmesine dönüştürdüğünde İsrail’e kendi varlığını koruma bahanesiyle Filsitin halkına ve komşu Arap ülke halklarına karşı uyguladığı militarist ve terörist siyasetlerini gerekçelendirecek siyasal olanak ve gereçleri sağlıyor. İsrail artık barış yanlısı güçlerle değil İsrail’in yok edilmesini isteyen güçlere karşı savaşıyor, taraflar birbirlerinin yok edilmesini isterlerken görüşme ve anlaşma olanaklarının ortadan kalkması doğaldır. Savaş çığırtkanlığı günümüzde Ortadoğu’da karşı karşıya gelen güçlerin kimlikleri ve özgüllüklerinin bir ögesidir.

 

Savaş, daha stratejik bir açıdan da siyasal İslam için istenilir bir şeydir. Bu ABD’nin Afganistan ve Irak’taki savaşının siyasal İslam güçlerine yaramasına benzer bir durumdur. Nesnel ve gerçek olarak siyasal İslam’ın köklerinden biri Filistin sorunu ve Filistinli mültecilerin haklı isteklerinin sürekli bastırılması olsa da siyasal İslam bunu sorunu olarak tanımlamıyor. Siyasal İslam’ın ereği, gerçek sorunu ve siyasal kimliğini belirleyen şey İslamzede ülkelerde İslami toplumlar ve devletler kurmaktır; bu hareketin kapsamı bölgeyi, Ortadoğu’yu aşıyor. Bu hareket İslami ve Kuran’a dayalı toplumların bayrağını yükseltiyor, temel, stratejik ereği Müslümanlar’ın çoğunlukta olduğu toplumlarda siyasal erki ele geçirmektir. Bu hareketin örneği de İran’daki İslam Cumhuriyeti’dir. İran siyasal İslam’ın iktidarda olduğu tek ülkedir (Afganistan ve Irak aynı yolu izlemekte, ancak buradaki kukla, Amerikancı kof İslami devletler opozisyondaki siyasal İslam’a çekici görünmemektedir). Bu siyasal İslam hareketinin, Batı yanlısı kanadının bile örnek alıp amaçladığı tek modeldir.

 

Bu stratejik ereğe ulaşmak için siyasal İslam’ın savaş ve terörden, “Büyük Şeytan”a karşı cihadtan başka yolu bulunmuyor, bu da Filistin sorunundan bağımsız olarak Amerika karşıtı siyasal İslam’ın kimliğini belirleyici özgüllüklerin başında geliyor.

 

Yeni Dünya Düzeni ve Şer’e Karşı Hayır Stratejisi

ABD’nin militarist stratejisi temel düzeyde seksenli yıllarda Amerikalı ve Avrupalı yeni-tutucular (neo-konservatifler) tarafından belirlendi. Regan hükümetinin o dönem Sovyetler Birliği’ni Şer İmparatorluğu adlandırmasıyla bu doğrultuda ilk adım atıldı, bu tutum gerçekte ABD dış siyaseti karşısına yeni bir yol çıkardı: Bunalım, düşmanlık ve militarizm. Bu kuramda ABD uluslararası bir düşmana karşı insanlık ve iyilik kaynağı olarak tanımlandı. Günümüzde o dönemde Regan yönetiminde bu siyaseti ileri sürenler, Rumsfeld, Wolfowitz ve Cheny Bush yönetiminde daha güçlü konumlarda iş başındalar ve aynı şer-hayır tezini, bu kez bizzat o dönemin ürünü olan siyasal İslam’a karşı öne sürüyorlar. Sovyetler’in dağılmasından sonra yeni bir düşman uydurulmalıydı. Bu düşmanla karşılaşma ABD’nin külhanbeyliğini, jandarmalığını, saldırganlığını, militarizmini, askeri hegemonyasını ve buna bağlı siyasal hegemonyasını Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünyada sağlayacaktı. Bu yeni düşmanı bizzat İslamzede ülkelerde marjinal bir hareket olan siyasal İslam, kendi deyişleriyle köktendincilik (fundamentalizm) veya İslami terörizm kalıbında döktüler ve ortaya çıkardılar. Soğuk Savaş sonrası dünyada siyasal İslam yeni şer eksenini oluşturuyor.

 

Afganistan’da Taliban, İslam Cumhuriyeti, eski Sovyetler’den arta kalan Orta Asya cumhuriyetlerinde ve Irak’taki İslami güçler; bütün bunlar bu uluslararası düşmanın parçasıdır. İran ve Suriye resmen Şer ekseni güçleri olarak tanımlandı ve günümüzde ABD’nin bu düşmana karşı haçlı savaşının gölgesi her yerde.

 

ABD bu düşmanı gereksiniyor. Yeni Dünya Düzeni döneminde ABD’nin stratejik siyaseti dünyada hegemonya kurmaktır, bunun için de dünya çapında bir düşman gereklidir. Bu düşmana karşı savaş ABD ve yandaşlarının ellerini askeri açıdan daha açık bırakacak tüm dünyaya siyasal hegemonyasını dayatmasına yarayacaktır. Bu düşman önceleri Sovyetler Birliği’ydi, şimdiyse, ikinci bir emre kadar, İslami terörizm olarak tanımlanmaktadır. Ortadoğu’da bu düşman Hamas, Hizbullah, Suriye ve İran’dan oluşuyor. Şimdilerde İsrail de bu Şer Ekseni’ne karşı stratejiye katılmaktadır.

 

Yeni-tutucuların bu siyasetlerinin sonuçlarından biri, Irak’ta ve günümüzde Lübnan’da gerçekleşmekte olduğu gibi, karşı tarafın güçlenmesidir. Ancak bu ABD yönetici kesimini ve stratejistlerini yaptıklarından caydıracak bir durum değil. Tersine bu, siyasetlerinin başarısının göstergelerinden sayılabilir. Bu strateji sayesinde yeni-tutucular ABD’de iktidarda, istedikleri ülkeye saldırıyorlar, BM’yi kuklaya dönüştürdüler, Avrupa’yı hizaya getirdiler ve karşıtlarını İslami terörizme karşı karmaşada susturdular veya onlara boyun eğdirdiler. Görünürde bu karmaşada sırada Filistin halkının sorununun çarpıtılması, ayaklar altına alınması ve ortadan kaybedilmesi, Ortadoğu’da şer-hayır kamplarının savaşına dönüştürülmesi bulunuyor. Bu nedenlerden dolayı ABD ve İsrail siyasal İslam’ı düşman olarak ve saldırıya uğrayarak tüm bölgenin denetim altına alınmasını sağlayacak bir erek olarak gereksiniyor. Ortadoğu’nun denetiminin siyasal İslam’la mücadele bahanesiyle ele geçirilmesi ABD ve İsrail’in bu savaştaki amacıdır.

 

Çözüm Nedir?

Dünyamızı yalnızca İslami terörizm ve devlet terörizmi karanlık güçleri biçimlendirmiyor. Başka bir kamp, başka bir güç daha bulunuyor: Sıradan insanlar kampı, Mansur Hikmet’in “11 Eylül’den Sonra Dünya” başlıklı parlak çözümlemesindeki deyişiyle “uygar insanlık” kampı. Bu güç bu durumun bütününe karşı, ne Batı devletlerinin militarizmiyle özdeşleşiyor ne de siyasal İslam tarafından temsil ediliyor. Bu güç bu iki terörist kutba karşı durabilir. Dünyadaki isnanların büyük bölümü, sessiz dursalar bile, Batılı yeni-tutucularla siyasal İslamcılar’ın yarattığı ve betimlediği dünyayı istemiyorlar, onaylamıyorlar; dünyadan ve yaşamdan başka beklentileri, başka istekleri bulunuyor. [Bu] ABD’nin Irak’a saldırısı uğrağında 15 Şubat 2003’de uluslararası çapta milyonlar düzeyinde sokaklara dökülen, şu anda bizzat İngiltere ve Amerika’da işgal kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesini isteyen, Bush ve Blair’e karşı duran insanlar [kampıdır]. Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu, kadın hakları savunucusu örgütler, insancıl örgütler ve seküleristler, işçi örgütleri, özgürlükçü kurum ve kişilerin hepsi bu üçüncü cephede yer alıyor. Çözüm bu cephenin elindedir.

 

Bugün siyasal İslam’ı Filistin halkı ve bölge insanların yaşamından defetmeden Filistin sorununu halk lehine çözmek olanaksızdır. Tarihsel ve çözümsel açıdan Filistin sorunu siyasal İslam’ın kökü ve beslenme kaynağıdır ancak günümüzde bu sorunun çözüm yolu belirgin biçimde bizzat Filistin’de siyasal İslam’la hesaplaşma üzerinden geçiyor. Filistin sorununun çözümü için sorunu yanıtlamalı, Filistinli yersiz yurtsuz yığınların haklarını tanımak gerekiyor. Ancak günümüzde siyasal İslam bu çözüm yolu üzerindeki temel engellerden biridir. Hizbullah ve Hamas gibi örgütler Filistin hareketinde hegemonyaya sahip oldukları sürece eşit haklara sahip Filistin toplumu ve devletinin kuruluşu gerçekleşemez. Günümüzde ne İsrail devleti ne de karşısındaki güçlerden hiçbiri iki devlet ve eşit haklara sahip Filistin devleti tasarısını desteklemiyor. Bu yüzden bu bayrak ancak üçüncü cephe güçleri tarafından yükseltilebilir. Sorunun insanca, uygarca ve siyasal çözümü her iki terörist kutba karşı duran ve dünyaya Filistin sorunun çözümü için bu her iki terörist kutbun geri püskürtülmesinin gerekli olduğunu duyuran örgütler, partiler ve güçlerin elindedir. Bu güçler üçüncü cephenin bileşenleridir. Üçüncü cephe büyük potansiyellere sahip bir harekettir. Muhaliftir, varolan durumdan usanmıştır, bunca katliam ve yıkımı hiçbir ad altında ve hiçbir bahaneyle onaylamamaktadır, bu durumu değiştirmek için harekete geçmeye hazırdır. Bu güce güvenmeli, Üçüncü Cephe’de örgütlenmesini sağlamalıdır. Filistin sorunun anahtarı, genelde dünyanın teröristler savaşı cenderesinden kurtarılması bu gücün elindedir.

 

Türkçesi: Siyaveş Azeri

 

İlk kez İran Komünist-İşçi Partisi haftalık yayını Enrternasyonal, 4 Ağustos 2006 tarihli 151. sayısında Farsça yayımlandı.

 

Hamit Taqvai İran Komünist-İşçi Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteridir.

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *